Üye Bilgileri.

size uygun bölümden devam ediniz.

sitemizdeki online işlemlerden yararlanabilmek için kayıt olup parolanızla giriş yapmanız gerekmektedir.
Daha önce insan kaynakları için bir parola aldıysanız o parolayı kullanabilirsiniz.

Henüz üye değilmisiniz? Yeni kayıt!

Detaylı Arama.

size uygun bölümden devam ediniz.

site içerisindeki tüm içerikte arama yapılmaktadır. birden fazla kelime aratabilirsiniz.


25 50 75 100

Yayınlanma Tarihine Göre
Eklenme Tarihine Göre
Başlığa Göre
Okunma Sayısına Göre

Başlıkta Açıklamada İçerikte

Aynen girildiği gibi
Kelimelerin hepsi
Kelimelerden herhangi biri
ODA ÇALIŞMALAR KENT GÜNDEMI MESLEKI UYGULAMA YAYIN ÜYELER EĞITIMLER
Enerji Kimlik Belgesi Uzmanlığı Eğitimi
Enerji Kimlik Belgesi Uzmanlığı Eğitimi
Metraj-Keşif ve İhale Dosyası Hazırlama Eğitimi
“Mimari Akustik Rapor ve Projesi Neden Gereklidir?” Semineri
D-1 TEMEL BİNA AKUSTİĞİ EĞİTİMİ
Afet Bilinci ve Temel İlk Yardım Eğitimi
D-1 TEMEL BİNA AKUSTİĞİ EĞİTİMİ
5-8 ARALIK 2019 BİLİRKİŞİLİK TEMEL EĞİTİMİ
Enerji Kimlik Belgesi Uzmanlığı Eğitimi
Mesleki Adaptasyon Eğitimi
D-1 TEMEL BİNA AKUSTİĞİ EĞİTİMİ KAYITLARIMIZ BAŞLADI
Enerji Kimlik Belgesi Uzmanlığı Eğitimi
Enerji Kimlik Belgesi Eğitimleri (EKB) Çevrim İçi Eğitimleri Başlıyor
“Çalışma Yaşamında Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele” Eğitimi
Bilirkişilik Eğitimi
Ücretli Çalışan ve İşsiz Mimarlar için Sertifikalı Ücretsiz Eğitimler
Keşif, Metraj ve İhale Dosyası Hazırlama Eğitimi IV
Keşif, Metraj ve İhale Dosyası Hazırlama Eğitimi III
Keşif, Metraj ve İhale Dosyası Hazırlama Eğitimi II
Keşif-Metraj İhale Dosyası Hazırlama Teknikleri Eğitimi
Bilirkişilik Temel Eğitimi 2017
Bilirkişilik Temel Eğitimi 2017
2018 Yılı Ankara Şubesi Oda Bilirkişileri Listesi
Enerji Kimlik Belgesi Uzmanlığı Temel Eğitimi
"Enerji Kimlik Belgesi Uzmanlığı" Eğitimi
Bilirkişilik Temel Eğitimi
Keşif Metraj Eğitimi
EKB Uzmanı Üyelerimize Önemli Duyuru
Bilirkişiliğe Kabul Şartları
“BEP-TR 2 Oryantasyon” Eğitimi
“BEP-TR 2 Oryantasyon” Eğitimi
Üniversite Oda’ya Geliyor, Kent Akademisi Dersleri Başlıyor
Hukuk Davaları 2016 Yılı Bilirkişilik Listeleri Başvuruları
2016 Yılı Kamulaştırma Bilirkişi Listeleri
Ceza Davaları 2016 Yılı Bilirkişilik Listeleri Başvuruları
Bilirkişilik Başvuruları / Hukuk
Bilirkişilik Başvuruları / Ceza
Kamulaştırma Bilirkişiliği 2017 Listesi Başvuruları Başladı
Bilirkişilik Temel Eğitimi
ONLINE İŞL.

 

MİMARLAR ODASI ANKARA ŞUBESİ

YEREL YÖNETİMLER OKULU

“YEREL YÖNETİMLER ve DEMOKRASİ”

Konuşmacı: YİĞİT GÜLÖKSÜZ

20 MAYIS 2003

YİGİT GÜLÖKSÜZ-  Sayın arkadaşlar,  bugün size bahsetmek istediklerim değil, ama anlatacaklarım nasıl bir mesleki tecrübeye dayalı; onu değerlendirebilmeniz içindir.

Aşağı yukarı  40 yıllık meslek hayatım var.  İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesinden mezunum. Daha sonra Devlet Planlama Teşkilatında Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planından sonraki planlarda Birleşme ve Bölgesel Gelişme Sektörü üzerinde Uzman olarak çalıştım.  Daha sonra Köyi İşleri Bakanlığı Müsteşarlığı yaptım.  Şunun için söylüyorum bunları:  Hayatım uygulamayla geçti. Daha sonra Toplu Konut İdaresi Başkanı olarak 5 yıl çalıştım ve oradan emekli oldum.  Arada Orta Doğu Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümünde Öğretim Görevlisi olarak hocalık yaptım ve bu arada da 1974 tarihinden sonra da siyasetin içinde bulundum.  SODEP’in kurucularındanım, o tarihten itibaren de aşağı yukarı 10 yıl Genel Başkan Yardımcısı, Genel Sekreter Yardımcısı olarak parti yönetiminde bulundum ve bu dönemlerde de partide  hep Yerel Yönetimler Birimi Başkanlığını da yürüttüm.  Yani o sırada biliyorsunuz SHP 1991 Seçimlerinde pek çok belediye kazanmıştı.  Biliyorsunuz o zaman parti Parlamentoda değildi ve ondan hareketle İtalya’daki gibi yerel yönetimlerden başlayarak bir iktidar hazırlığı nasıl yapılabilir; bunun üzerinde belli çalışmalar yürüttük.  Yerel yönetimler kazanıldı, fakat oradaki uygulamalar sonucu da  merkezi yönetimde iktidar olma şansı kaybedildi.

Dolayısıyla bu yerel yönetimler konusunda, ama daha çok proje ve uygulamalar konusunda böyle bir tecrübeyi yaşamış oldum.  Çünkü esas itibariyle bir uygulamacıyım.  Size anlatacaklarım, içinde yaşadığım, gördüğüm, elle tutulur şeyler. Anlatacağım iki proje de doğrudan doğruya benim yürüttüğüm projelerdir.  Dolayısıyla birkaç mesajı baştan vermek istiyorum.

Bunlardan biri bu reform veya her şeyin düzenlemesini beklemenin çok pratik bir şey olmadığını düşünüyorum; bir kere o olmuyor. Mesela, 1960’lı yıllarda, Devlet Planlama Teşkilatının kurulduğu ilk yıllarda bir MEHTAP projesi vardı.  Yani Türkiye’de kamu yönetimi etkili çalışmıyor, yeteri kadar iyi çalışmıyor ve kamu idaresini toptan reforme edici -yerel yönetimler de tabii kamu idareleridir- bu proje 1062-1963’te başladı.  Benim bütün meslek hayatımca bu çalışma üzerinde konuşulmuş, tartışılmış, her gelen iktidar bir şey söylemiştir.  Fakat hâlâ yapılmadı, 40 yıl geçti hâlâ yapılmadı, şimdi yine bugünlerde konuşuluyor.

Yerel yönetimler Belediye Yasasıysa, geçen sefer İlhan Tekeli’nin de söylediği gibi çok harika bir yasa, çok dayanıklı bir yasa.  Yani 1930’dan beri dayanıyor.  Pek çok yasa artık hiçbir şekilde hayatın içinde kalamadı, oysa bu yasa devam ediyor.  Aslında getirilen her öneriden de bir şekilde hâlâ iyi olmakta da devam ediyor.  Yalnız şunu da söyleyeyim: Şu anda hiçbir öneri ya da taslak olmadığını Başbakan söylüyor. Onun için söz konusu olan, İnternette bulabileceğiniz değişik çevrelerce taslak olarak söylenilen -bir tanesi benim yanımda- taslaklardan hiçbirini değerlendirmemeliyiz.  Çünkü Hükümet  “henüz  bir taslak yok. Biz bunları çeşitli çevrelerle tartışacağız, ondan sonra bir taslak getireceğiz” diyor.  Dolayısıyla ben o konuya girmeyeceğim.  O taslak getirildiği zaman veya onunla ilgili tartışma açıldığı zaman konuşuruz.  Ama ben konuşmamın son bölümünde İlhan Tekeli bu meseleye nasıl bakmalı, bu iş  nasıl ele alınmalı gibi geçen derste anlattığı şekilde küreselleşen dünyada artık devlet eski devlet değil, yerel yönetimler de eski yerel yönetimler değildir; çünkü yereller eski yerel değil.  Çünkü çok başka ilişkiler network’ü içinde yereller. Dolayısıyla tamamen bu yeni şeyler içinde bakıldığı zaman bir reformdan söz edilebilir demişti.

Bu çerçevede ben de bu kavramlara dayalı olarak acaba nasıl bir stratejiyle bu işe yaklaşılabilir? Yani bir yerel yönetim reformu, bir önemli değişmede nasıl bir strateji izlenebilir; bunları biraz daha somutlaştırılmış bir şekilde konuşmamın sonunda anlatacağım.

Yalnız önce ben kendimi tanıttım,  biraz sizi de tanımak istiyorum şu açıdan. İçinizde siyaset içinde bulunan kaç kişi var? 5 kişi var. 

Peki, bu yerel seçimlere giderken, bir yerel yönetim adayı olarak veya bir adayı destekleyerek siyasete bu noktadan itibaren katılmayı düşünen kaç kişi var?  Siyaset yapanları sormuyorum, yenileri soruyorum.  Çok harika bir şey bu ve bunun sayısının artması mutlaka gerekiyor.  Onun için bir miktar da teşvik etmek için soruyorum.  Çünkü eğer bu işe hazırlanan veya hazırlanma niyeti olarak bu niyeti ifade etmiş oluyorsunuz ve mutlaka buna girmek gerekiyor. Çünkü katılmadığınız sürece şehirler böyle yönetilmeye devam ediyorlar.  Dolayısıyla şu anda siyaset yapanlar değil, ama bu dönemde siyasete katılmak isteyenler var mı?  Siyaset sadece belediye meclisine veya parlamentoya girmekle yapılmaz; siyaset sivil toplum kuruluşları eliyle de yapılabilir, bireysel olarak da yapılabilir; yani bu başka bir mesele.

            Deminki mesajıma devam edeyim.  Türkiye’de genellikle şöyle bir hava var:  Bütün yasalar uygun olacak, bütün hazırlıklar olacak, kadrolar da mükemmel olacak, ondan sonra iş yürüyecek.  Ama tabii hayat böyle değil.  Yani tam keyfinize, sizin aklınıza uygun olmayan bir düzen  var,   yasalar var ve kadrolar var; bunların içinden bir iş çıkarabiliyor musunuz?  Çünkü siyaset budur; koşulları değerlendirerek, mevcut fırsatları ve imkânları değerlendirerek, önünüzde olan engelleri bir şekilde aşarak, yaşadığınız yeri yaşanır hale getirmek, bir günden öbür güne daha iyi hale getirmek gibi bütün bunlardır. Dolayısıyla bugün burada benim tavsiyem: İnşallah bu sefer bu reform yapılır, istediğimiz gibi bir reform olur, doğrusu reform denilecek gibi bir reform olur ve mesele kalmaz.   Ama olmasa da -ki, göreceksiniz bu en azından tam istediğiniz gibi olmayacak-  yine de girip çalışmak ve hakikaten bir şeyler yapma imkânı var.

Ben bununla ilgili olarak size iki örnek vereceğim:  Biri, Toplu Konut İdaresi tarafından geliştirilen yerel yönetimlerle ortak projedir.  Bununla devlet, belediyeler, sivil toplum kuruşları  ve bireyler, bunların hepsinin ortaklaşa yaptıkları bir çalışmayla yapılan uygulamalardır.

İkincisi Dikmen Vadisi Projesidir.  Benim Metropol İmar Genel Müdürü olduğum sırada başlattığımız bir projedir.  Bu projede de muhtarlarla, bireylerle ilişkiler içerisinde belediyenin yürüttüğü bir projedir ve bir kentsel yenileme projesi olarak gerçekleştirilmiştir.  Tabii  etap etap devem ediyor.  Bütün bunlar mevcut belediye yasalarıyla, yönetmelikler ve kadrolar içinde gerçekleştirilebilmiş, inovatif, buluşçu ve örnek olabilecek nitelikte, “tekrarlanabilir” derken iyileştirerek tekrarlanabilir cinsten projelerdir.

Tabii bütün bunları bir çerçeveye oturtmak istersek Habitat, yani Birleşmiş Milletlerin 1996 Haziranında İstanbul’da gerçekleştirilen İkinci Dünya Konferansı, bir çeşit kentleşme ve kent için bir zirve niteliğinde olan toplantıya doğru geliştirilen ve o toplantıda tam ifadesi bulan ve 180 ülke tarafından taahhütlerde bulunulan  -bu arada  Türkiye Cumhuriyeti  Hükümeti de taahhütte bulunmuştur-  oradaki çerçeveye bir şekilde oturuyor.

Belki şimdi diğer projelere başlamadan önce onunla ilgili bir şey söylemek istiyorum:  Bir kere orada Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansına giderken Türkiye bir ulusal raporla gitti.  Bu ulusal raporu başlangıçta 120 civarında biterken 1,5 senelik çalışma sonucunda 252 resmi ve sivil kuruluşun birlikte çalışma sonucu bu rapor oluşturuldu ve bu rapor o zamanki Hükümet tarafından da benimsenerek İstanbul’da her ülkenin başbakanı veya bakanı tarafından kendi  raporları deklare edildi, bir İstanbul deklarasyonu halini aldı, bu ulusal rapor ve eylem planı da o zaman Türk Hükümeti tarafından taahhüt edildi.  Bu taahhütler de beş senede bir review toplantısıyla  ne kadar ilerleme kaydedilmiş bakılıyor.  Bunun ilk beş yıllık sonuçlarına bakıldı. Tabii herkes unuttu ve fazla bir şey yapılmadığı da anlaşıldı.

Aslında burada çok somut olarak bunu anlatacak değilim. Bu raporu hakikaten dünyada kentleşme, yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve bunlarla ilgili eylem programıyla ilgilenen herkesin bu rapora bir göz atması yararlı olur diye düşünüyorum. 

Diğer bir önereceğim kitap “Türkiye Yerel Yönetim Sisteminin Geliştirilmesi^ diye bir kitap. Bu da Toplu Konut İdaresiyle Uluslararası Yerel Yönetimler Birliğinin ortak bir çalışmasıdır.  Aslında bu 15 kitaplık bir seridir.  Bunun 6 tanesi buna benzer raporlardır.   Mesela, Türkiye’de Yerel Yönetim Sisteminin Geliştirilmesi  ki,  bunun içinde Anayasada yapılması gereken değişiklik, Belediye Yasası önerisi. Anakent Yasası önerisi gibi reform niteliğinde yasa önerileriydi ve Yerel Topluluk Üyelerinin Temel Hakları ve Ödevleri Bildirgesi Önerisi, Yerel Seçilmiş Görevlilerin Hak ve Ödevleri Bildirgesi Önerisi, Yerel Yönetim Ahlak Şartı Önerisi, Merkezi Yönetim-Yerel Yönetim Ortak Kurulu Önerisi.  Aslında komple bir reform tasarısıdır.  Galiba 1998’de yayınlandı, bununla birlikte 6 rapor ve biri Yerel Yöneticinin El Kitabı gibi dizelerdir. Mali yönetim, kriz yönetimi  gibi bütün belediyelere ikişer bin adet  dağıttık.  Dolayısıyla eğer belediye meclisi üyesi olursanız, o setin tümünü almanızda yarar vardır.  Çünkü çok değerli bir kaynak kitabı.  15 OECD ülkesinde yerel yönetim çalışmalarıyla, yerel yönetimin iyileştirilmesi çalışmalarıyla Türkiye mevzuatına birlikte bakarak bu kitapları hazırlatmıştık. 

Dolayısıyla burada eğer yerel yönetim genel düşünceler, genel çerçeveler ve kurallar dışında bu belediye nasıl çalışır, belediye meclisi nasıl çalışır, bir kriz olduğunda belediye nasıl örgütlenebilir, deprem olsun, yangın olsun, iktisadi bir kriz olsun, savaş olsun veya mali yönetim ve denetim sistemiyle ilgili çok ayrıntılı ve bu işlere yeni başlayanlar için, yeni belediye meclis üyesi ve yeni belediye başkanı olmuş insanlar için hazırladığımız bir setti. Dolayısıyla bu setten yararlanabilirsiniz.  Bu ise komple bir reform tasarıdır. 

Geçen sefer İlhan Tekeli’ye “Neden geçen sefer bundan bahsetmedin?” dedim, o da “senelerce önce yazmıştık, herkes okumuştur” dedi.  Ama ben eminim ki kimse okumamıştır.   Kimse dememeyim, ama ne yazık ki çok az okunuyor.  Dolayısıyla hâlâ tazeliğini koruyor; iyi tarafı da o.

Bu toplantının konusu, projeli uygulamalarda devlet, belediye, sivil toplum kuruluş ve bireye kadar inen alanda bir işbirliğidir.  Tabii bu işbirliği olmadığı zaman şöyle bir şey oluyor:  Biz şehirde yaşayan insanlar şehrin sahibi değiliz, âdeta kiracılarıyız. Evsahibi kim? Devlet yahut belediye ve biz de orada kiracı olarak oturuyoruz. Geliyoruz, belli bir süre yaşıyoruz, kurallar konulmuşsa onlara uyuyoruz yahut uymuyoruz, sonra da çıkıp gidiyoruz.  Yani eğer demokrasiden söz edeceksek ve onurlu bir yaşam, dolayısıyla çağdaş bir yaşam, yani içinde yaşadığımız mekânla ilgili, zamanla ilgili kararlara katılarak yaşamaksa söz konusu olan, bu tabii bulunduğumuz şehirde evsahibi konumuna geçmemizle mümkün olabilecek bir şeydir. 

Bunun için de tabii başlangıç noktası “aktif yurttaşlık” diyebileceğimiz bir durum.  Yani kiracı gibi bir birey olarak bir mahallede, bir semtte, bir kasabada, bir köyde oturmak değil, ama orada yaşamak, çağdaş bir yaşam sürmek, görevlere sahip olmak, neyse alınan kararlara katılmak, bundan bir zarar varsa bunu sineye çekmek, katlanmaktır.  Çünkü kendi kararlarımızdır.  Tıpkı aile yaşamında olduğu gibi aldığımız kararlar iyi oluyor, kötü oluyor, yahut bazı şartlar içinde bazı şartlar yapılabiliyor, ama bunu hep beraber paylaşıyoruz.  Aynı şekilde şehirde de böyle bir topluluk içinde yaşamaktır.  Tabii her şeyin başı aktif yurttaştır.   Herkesin parlamentoya girmesi diye bir şey olamaz.   Şimdi tabii ona indirgendi, ama siyaset yapanlar, mesela vaktiyle bizim partiye üye olanlar -şunu da söyleyeyim ben Cumhuriyet Halk Partisinden istifa ettim. Dolayısıyla bizim parti derken eski partiyi söylüyorum-   görevde bulunduğum süre içinde partiye gelenler altı ay sonra filan normal olarak milletvekili adayı olmak isterlerdi.   Yani böyle sadece siyaset yapmayı milletvekili olmaya indirgemiş durumdalar.  Tabii bu çok zor bir durum yaratıyor, bir kere büyük çatışmalara sebep oluyor.  Çünkü insan istiyor, ama orada 550 kişilik yer var.  Halbuki bu yerel yönetimleri de dikkate alırsanız aşağı yukarı bu sayı 50 bin civarındadır, yani 50 bin tane siyasi purst var yerel düzeyde ve Avrupa’da pek çok ülkede olduğu gibi insanlar önce kendi çevrelerinde yakın olanlarda bir siyaset denilen, başkaları içinde uğraşmak çalışmak denilen işi üreterek kendilerini test ediyorlar.  Küçük bütçeler kullanarak daha büyük bütçeleri kullanmaya hazırlıklı olduklarını gösteriyorlar yerel düzeyde yaptıkları siyasi çalışmalarla.  Veya yerel düzeydeki kararları sürekli olarak doğru karar seviyeleri üreterek, doğru karar veren bir insan olarak görülerek, sınanarak daha büyük görevler için, daha büyük meclislere gönderilmeye aday oluyorlar.  Bunlar, bu yarışmalar içinde ileri doğru gidiyor ve böylece mesafe alıyorlar.   Aynı zamanda insanlar öğreniyorlar, halk içinde yaşıyorlar, daha küçük gruplar içinde, daha heterojen gruplar içinde, onların çeşitli çıkarlarını veya düşüncelerini uzlaştırmak maharetini göstererek siyasette ilerliyorlar.

Aşağı yukarı 50 binlik bir purst için 10 parti düşünseniz 500 bin kişi eder; yani aşağı yukarı diyelim bu önümüzdeki seçimleri girerken 70 milyonun zannediyorum üçte ikisi 25 yaşın altında falan diyelim. 18 yaşın altı ne kadardır bilmiyorum, ama diyelim 70 milyonun herhalde 30 milyonu, yarım milyon kadarı aktif olarak siyasete girecektir. 

Yalnız bu siyasete de girmek şöyle olunuyor:  Giriliyor, aday olunuyor, kazanılırsa kazanmış oluyor, kaybeden de kaybetmiş oluyor; o iş orada bitiyor.  Gelecek seçime 1 sene kalana kadar, altı ay kalana kadar bitiyor.  Orada da eğer önseçimi alırsa veyahut  da merkez  yönetime sadakat göstererek aday olursa, o zaman da o tarihten itibaren başlıyor.

Halbuki siyaset nefes alıp verir gibi her anın işidir.  Çünkü neticede yaşamanın normal bir parçası, yani şöyle söyleyelim: Çağdaş ve onurlu bir yaşamın ayrılmaz bir parçası.  Çünkü aksi halde olayları sadece seyrediyorsunuz. Halbuki siyaset yap/tığınız zaman şu kadar etkilersiniz, bu kadar etkilersiniz, ama içindesiniz, yani oyunun içindesiniz.  Onun için oyunun, mücadelenin, kavganın, her neyse onun içinde olmakla onun dışına düşmek arasındaki fark kadar önemli bir fark vardır. 

Demek ki bir parlamento için mücadele ediliyor, devleti yönetmek için mücadele ediliyor; şehir yönetmek için de belediye meclisi üyeliği ve belediye başkanlığı için mücadele ediliyor; onun dışında başka bir şey yok.  Halbuki eğer işin sivil toplum kuruluşları tarafına bakarsanız, önünüzde geniş bir alan var ve daha da çok serbestisi var, daha çok da biz hâkim olabiliriz; neden?  Bir kere siyasi platformla ile sivil platform arasında temel farklılıklar vardır.  Siyasi platformda yapmak, gerçekleştirmek istediğiniz işi yapabilmek için birisini yenmek zorundasınız. Yani kavga edeceksiniz, mücadele edeceksiniz ve siz galip olacaksınız ki, şehirde neredeyseniz orada iktidar olacaksınız parti içinde veya Türkiye’de veya şehirde ve ondan sonra da onu yapmaya devam edeceksiniz.  Dolayısıyla kavganın fonksiyonel olduğu bir yer.  Tabii kavganın kurallar içinde olması, belden aşağı vurulmaması gibi kendi kuralları vardır ve öyle olması gerekir.  Öyle oluyor mu; o da başka bir mesele.

Sivil platformun farkı ise bence şudur:  Eğer bir işi yapmak istiyorsanız, mesela bir sokağı temiz tutmak yahut sizce çok yüksek bir değer etrafında toparlanmak veya çok önemli bir problem, mesela engellilerin şehir içindeki hareket imkânını geliştirmek, mesela merdivensiz bir şehir yapmak istiyorsanız ve bunun için bir sivil toplum kuruluşu oluşmuşsa, bunun, bu işi başarabilmesi için yapabileceği tek şey uzlaşmadır. Yani sivil platformda  bir işi başarabilmenin tek kaynağı uzlaşmadır.   Dolayısıyla aslolan uzlaşmayı öne çıkaran, uzlaşmayı değer kabul eden bir platformdur. Siyasi platformdaki kavga, mücadele, yenme-yenilme meselesine karşı böyle bir şeyi var.  Tabii zamanla bu sivil toplum alanındaki bazı iyi alışkanlıkların siyasi platforma da taşınması beklenilir; inşallah tersi olmaz. Bu sivil platformda siyaset yapmak diye düşünürsek o zaman çok geniş bir alan var herkes için.  

İstanbul’daki bu Habitat toplantısına dünyadan 10 bin civarında sivil toplum kuruluşundan temsilci geldi ve Türkiye’de de bir hareketlenme başladı.  O zaman biz Tarih Vakfı olarak bir katalog hazırladık ve Türkiye’de 2 600 tane sivil toplum kuruluşu bulduk.  Daha fazla da verilen formları bize göndermedikleri bu kadarını katalogladık ve Türkçe-İngilizce olarak basılıdır.  Bu belli bir hareketlilik de kazandı biraz da şu nedenle: İnsanlar hakikaten hayata katılmak istiyorlar.  Benim bu siyasi hayat içinde gördüğüm milyonlarca insan -kadın-erkek-  belirli bir şekilde yaşamlarını düzene koymuşlar, belirli bir gelirleri var,  Belirli geliri olmalarına da ihtiyaç yok, ama bir şey yapmak istiyorlar, yani günlük işe gelip gitmek onlara yetmiyor, topluma bir katkıda bulunmak istiyorlar veya 40-42 yaşlarında genç emeklilik var, önlerinde çalışabilecekleri bir 40 yıl daha var ve burada sadece bir tüketici olmak istemiyorlar, mutlaka hayatı bir şekilde iyileştirmek istiyorlar.  Yani siz de çevrenize bakarsanız bunları görürseniz.

Peki, bunlar şu anda kapıyı çalıp bir sendikaya girebilirler mi?  Bir partinin kapısını çalıp o partiye girip herhangi etkili bir yere gelebilirler mi? Benim tecrübeme göre hayır.  Ben hiç olmazsa o insanları şu Çankaya’daki ilçe merkezine belirli nitelikte, hazırlığı var, enerjisi var, hatta geliri var, arabası var, vakti var, her şeyi tamam; işte siyasi hayatta görmek istediğimiz türde insan.  Bunların hiçbirisini ben Genel Başkan Yardımcısı iken ilçenin içine sokamamışımdır.  Yani girmiştir, üç gün sonra çıkıp gitmiştir.  Dolayısıyla ne yazık ki siyaset yapmak hizmetlerin en yüksek formu olmasına, çok değerli bir şey olmasına rağmen, mutlaka yapılması gerekir diyoruz, ama o kadar kolay bir şey olmadığını da bilelim.  Dolayısıyla bu  siyasi partiler dışında bunca sivil platformların da çok önemli olduğunu söylemek istiyorum.

Zaten benim konum da daha çok acaba bunu laf olarak söylemenin ötesinde hangi ve ne cins projeler geliştirelim ki, bu projelerde her kesim çalışabilsin ve birlikte çalıştıkları zaman yarattıkları mucizevi sonuçları görerek bu tekrarlanabilsin ve bunu da bir reform, bir yasal değişiklikleri falan tam olarak gerçekleştirmeyi beklemeden yapalım. Çünkü Türkiye’de insanların bir meselesi de şu:  Sırtüstü yatmak için de bahane çoktur.  “Yasa kötü, yasa eski, bu kadrolarla olmaz” yahut “bu konjonktürde olur mu?” gibi bunlar çok konuşuluyor. 

Benim meslek hayatımda gördüğüm kadarıyla bir insan çok önemlidir ve bir insanın yapabileceği çok şey var ve mevcut kötü koşullar içinde bir şeyi alıp götürme imkânı var ve bunu düşünerek bence sivil platformlarda, daha sonra yerel politik alanlarda, daha sonra eğer nefesi yetiyorsa, hazırlığı,  birikimi yetiyorsa daha ileri platformlarda siyaset yapmanın bir şekilde yolunu bulmalıdır.

Bununla ilgili bir örnek vereceğim; bizim oluşturduğumuz bir projedir: Toplu Konut İdaresi aslında Başbakanlığa bağlı -şimdi Bayındırlık Bakanlığına bağladılar- devletin bir kuruluşudur; konut kredisi veriyor, konut yaptırıyor ve tamamen merkezi, yani talepler oluyor kooperatiflerden.  Merkezi yönetimler bakıyor ve o zamanlar 160 kişilik bir kadrosu vardı. 

Öte yandan da tabii konut işi de yerel bir iştir, yani Ankara’dan bilinecek bir şey değildir.  Devlet şöyle bir şeydir:  Devlet denilince, aslında devlet bir şube müdürüdür. Yani şube müdüründen sonrası paraf üzerinden iş yapar.  Mesela, benim Müsteşarlığım zamanında aşağıdan başlamak üzere 7 tane paraf vardı. Paraflara bakıyor, o paraflar atılmışsa o doğru demektir diye siz de imza atıyorsunuz.  Mesela, Köyişleri Bakanlığında 2 000 şantiye vardı. Tabii ki hepsinin ne hesabına bakabilirsiniz, ne şuna, ne buna bakabilirsiniz.  Peki, bir şube müdürü hiç gitmediği bir yerde, hiç  gitmeye de niyeti olmadığı bir yerde, bir işle ilgili bir kararı nasıl verir?  Yani tekdüze kararlar vermek zorundadır, yani her yer için aynı kararları vermek zorundadır.  Çünkü bürokrasi açısından da o iyidir; neden? Tutarlılığını korumuş olacak ve yanlış yapma durumunu minimize etmiş olacak.  Çünkü diyecek ki, “efendim, ben şu kararları verdim, siz de onu onayladınız. Önüme 3 karar daha geldi, siz o onayladığınız karara göre ben de bunu yaptım”  Bu tekdüzelik öyle bir şey ki, hani tek tip elbise gibi 10 kişiye uysa, 1 milyon kişiye uymuyor. O yüzden de Türkiye’de yerel imkânlar kullanılamıyor, fırsatlar değerlendirilemiyor, yerel koşullara uymayan bir ton iş yapılıyor. Bunun en iyi örneklerinden biri, Milli Eğitim Bakanlığının okul projeleri falandır.  Yani değişik iklimlerde, değişik alt kültürlerde büyük bir coğrafya ve çok farklı kültürel nitelikleri olan yerler. Oralarda hiçbir şekilde o yaşamı içine almayan işler, kararlar ve yapılar yapılıyor.

Burada şöyle bir şey düşündük: Mademki bu iş yerel bir iş ve o da şöyle bir mantığa dayalı:  Eğer bir yerde bir sorun varsa, bu sorunu teşhis etmede, fark etmede, onu tarif etmede, ona bir çözüm arayışında, ona bir çözüm bulmada ve eğer o çözüm için mücadele gerekiyorsa o mücadeleyi yapmakta en çok güvenebileceğimiz kişiler kimlerdir?  Bunun cevabı tabii sorun sahipleridir, yani o sorunun sahibi bunları yapmada en yüksek olasılık onlardadır.   Bunların içinde de bunları yapmayanlar olabilir. Ama herhalde Ankara’daki şube müdürleri veya daire başkanları değildir.  Dolayısıyla onlar bu çeşitlilikten, o yerel fırsatları kullanmaktan, değerlendirmekten tamamen uzaktırlar. Yani o yüzden ben 40 yıl devlette çalışmış biri olarak söylüyorum, bunu, şu masayı gördüğüm kadar açıklıkla görüyorum.  Burada demek ki, “bir iş, bir evden ne anlaşılıyor, oradaki iklimde hangi malzemeyle yapıyorlar, orada en ihtiyaç sahibi olanlar kimlerdir, kimlerin hiç evi yok?” gibi bütün bunlar istatistik değerlerdir.  Yahut “yeşil nedir, bir pak nedir?”

Bizim imar planlarında yeşil oranı şöyledir: İsterseniz Kastamonu’da orman içinde olan 1 000-1 500 kişilik bir yerleşim yeri düşünün, bunun içindeki yeşil standardı Urfa’da hiç etrafında yeşil olmayan bir yerdeki yeşil standardıyla öyledir. Norm öyle, yan kişi başına 3 metrekare yahut 7 metrekare yeşil alan nüfusa orantılı olarak kabul edilmektedir. Halbuki her tarafı orman ve ortada şey gibi bir yerleşim alanı ve burada da mesele böyledir.  Onun için bizim burada mutlaka yerel olarak belediyelere yetkiler ve kaynaklar aktarmamız lazım. Anayasa maddesi olarak yetki kadar, görev kadar kaynak da aktarmamız lazım.

Buradaki problem -gerçekten de böyle- 1984-1985 yıllarında bazı kaynaklar devredildi, bunlar da kötü kullanıldı.  Burada denilecek bir şey yok, ama bu şu demek değildir:  Kötü kullanıldı, tekrar merkezi yönetime dönelim.  Çünkü merkezi yönetimde çok kötü kullanılıyordu.  Yani bilmedikleri konuda kararlar ve buradaki mesele hiçbir şekilde çözülemiyordu.

Dolayısıyla işin bir de şu yönünü söyledikten sonra geleceğim.  Bir de yerel yönetimler aldıkları bu yetkiyi nasıl kullanıyorlar sivil toplum kuruluşlarına ve bireylere karşı?  Onlar da merkezi roller üstleniyorlar.  Yani merkezi yönetimin vesayetine karşı bir mücadeleyi özellikle 1973 seçimlerinden beri yerel yönetimler sürdürürler.  Fakat elinde bulunan yetki veya yeni aldığı bir yetkiyi de kimseye koklatmıyor; ne sivil toplum kuruluşlarına ne de bireylere.  Halbuki aslında demokrasinin yaygınlaşması ve derinleşmesi için bunun bireye kadar gitmesi lazım.  Çünkü neticede tek tek bireylerin hayatları söz konusu ve onların kendi tanımladıkları biçimiyle sağlıklı, mutla, çağdaş, etkin, üretici gibi bir şekilde yaşaması noktasına kadar gitmesi lazım.

Mesela şöyle algılayalım:  Büyükşehir Belediyesi sizi dikkate almıyor, onun altında Çankaya Belediyesi var, Çankaya Belediyesi de dikkate almıyor diyelim.  Çankaya Belediyesi, Büyükşehir Belediyesinin vesayeti altımdayım diye kıyameti koparıyor.  Büyükşehir Belediyesi de merkezi yönetime kıyameti koparıyor.  Ama bunların arasında ne bileyim 600-700 m’lik mesafeler var, birkaç km’lik mesafeler var ve bütün bunlardan bize ne? Yani Ankara’da yaşayan insanlar olarak bütün bunlar bir şey getirmiyor.  Mesela, merkezi yönetim Büyükşehir Belediyesine yetki verdiği zaman Büyükşehir Belediyesi de Çankaya Belediyesine yetki verdiği zaman Çankaya Belediyesinden bize bir şey geliyor mu, kararlara daha çok katılmamıza bir şey geliyor mu?.. Sadece cep telefonunuza mesaj geliyor, diyor ki “Haydar bey, şu saatte Polis Radyosunda konuşacaktır” yahut da “şurada konuşacaktır” diye.   Diğer belediye başkanları da öyle gönderiyorlar ve bu da dinlemek üzerine.  Yani dinleyeceksin, yani biz konuşmak istiyoruz diyorlar.  Şunu söylemek istiyorum: İletişim.

Çünkü İlhan Tekeli’nin geçen toplantıda çok önemle anlattığı gibi bir kodlanmış bilgi var ve onu zaten herkes biliyor, her yerde yazıyor; kitaplarda var, İnternet’ten okuyorsunuz.  Mesela kodlanmamış bilgi, mesela birlikte ve biraz sonra tartışarak şu koşullar içinde, zamanın şu anında üreteceğimiz ve hafızamızın bir yerinde yeni bir özgün bilgi olarak oraya oturacak bilgidir.  Bu kodlanmamıştır, bir yerde yazmayacaktır, yazılmamıştır, hiçbir kişi onu paylaşamaz. İşte bu farktır, İlhan Tekeli’nin  belirttiği gibi yarışmadaki farktır.

Dolayısıyla bu belediyelerin, merkezi yönetim, yerel yönetim veyahut merkez belediyelerle çevre belediyeler veyahut büyük belediyelerle küçük belediyeler arasındaki ilişkilere bakacak olursak, tabii ki bunlar arasında gerilimler var, olacaktır da.  Fakat bütün bunlardan bireye kadar ulaşmadıkça... Bunu kendi haline bıraktığınız zaman size “seçimde oy kullanıyorsunuz, beğenmiyorsan değiştir” denilecektir. İnsanın hayatında kaç tane seçim var. Halbuki biz her gün demokrasiyi değerlendirmek istiyoruz, böyle kalp atışı gibi her an bunu sürdürebilirler. Bunu sürdürebilmek için de o zaman dönüp dolaşıp kişilere iş düşüyor. İşte aktif yurttaş olmak, soran, araştıran, inceleyen, izleyen, talep eden, sürekli böyle bir aktif tavır içinde işi götüren yurttaş olmak gerekiyor. Bunun için de tek başına yapamadığı işleri örgütlenerek, kozalar kurarak, sivil toplum kuruluşları kurarak, ilgisi sürdüğü sürece onda kalarak, ilgisi azalıp daha ilgi duyacağı alan varsa oraya geçerek sürdürebilir. Ama mutlaka ilgiyi ihtiyaç vardır, çünkü ilgi olmadan bu iş yürümez. Zira bunun kısa vadeli bir getirisi yok.   Harcamaya dayalıdır; enerji, vakit her zaman harcanarak ve sadece toplumsal bir katkı olacak ve bunun içinde de kişisel, çağdaş insan varlığımızı hissetmek gibi bir getirisi var.

Onun için böyle sivil toplum kuruluşlarında ilgi dağılmış, ilgimiz azalmış ve onun içinde kalmaya devam ediyorsanız bu kötü bir şeydir; çünkü o zaman o kuruluşlar kabuk haline geliyor, özünü, içeriğini kaybediyor.  Dolayısıyla bunun en iyi yolu ilgiye göre birinden birine geçişleri mutlaka sağlamaktır.

Şimdi biz gittik, “belediyeler bu işi yapsın” dedik.  Habitat’ta bütün deneyiminin aktarıldığı şey de böyle bir şey.  “Yapabilir kılmak” veya “kapasite artırımı” diye bir tabir var. Yani Toplu Konut İdaresi mademki bu belediyeler eliyle yapılabilir, ama belediyeler yapamaz; niye? Parası yok, kadrosu yok, teknik elemanı yok, şusu, busu yok. Pekala, o zaman biz şöyle bir sistem kurduk ve 450-500 sayfalık bir mevzuat geliştirdik bütün her şeyiyle birlikte. Onun yaptığımız şöyle bir şey oldu:  Belediye oradaki ihtiyaca bakacak ve arsa sağlayacak.  Çünkü belediyenin kendi beldesinde arsa sağlaması, merkezi yönetimin gidip orada bir kamulaştırma yapmasından çok daha kolaydır.  Çünkü kamulaştırma için parası yoktur; birincisi.  İkincisi, nereyi kamulaştıracağını bilemez. Üçüncüsü araya başka şeyler girdiği için o şehirdeki en iyi yerleşme alanlarını bilmeyerek yanlış yeri kamulaştırabilir; pratikte de bu kamulaştırma olmaz.   Onun için burada belediyeye diyoruz ki “kardeşim, sen belde halkından konutu olmayanlara konut mu yapmak istiyorsun?  Arsa bulacaksın, bu arsanın daha sonra altyapısı konusunda senden görev bekleyeceğiz, ama bütün inisiyatif de sende.  Sen bunu yapacaksın, yalnız bunu bireylerle ve kooperatiflerle işbirliği içinde yapacaksın.  Bunun bütün teknik müşavirlik hizmetleri için paraya biz merkez yönetim olarak biz vereceğiz. Dolayısıyla sen tarif edeceksin, fakat senin yaptığın ihaleyle seçilmiş olan müşavir firmaya projeyi yaptıracaksın. Bunun parası bizden çıkacak, yani biz vereceğiz.  Daha sonra konutlar yapılıp geri ödeme başladığı zaman bu parayı tekrar fona iade edeceksin.”

Bu suretle aşağı yukarı 36 belediyeyle başladı, 32 belediyeyle bitti.  30 bin civarında projeyle başlanıldı, 25 bin civarındaki konut bu şekilde yapıldı. Sadece konut değil, konut çevresiyle birlikte, bazen okuluyla birlikte bunlar gerçekleşti.  Mesela, bunlardan biri İstanbul’a giderken İzmet’te gördüğünüz sağ tarafta bir kısmı 4-5 katlı Akarca konutlarıdır ve İzmit Belediyesiyle birlikte yapıldı.  Bunun 9 tanesi Ankara’nın doğusunda Patnos, Kilis gibi yerlerde yapıldı.  Tam adlarını vermek gerekirse: Adana, Adıyaman, Akhisar, Antakya, Bala, Besni, Bilecik, Bozüyük, Çanakkale, Doğu Beyazıt, Erzincan, Eskişehir, Gördes, Gözcüler, Kayseri, Kırklareli, Kırşehir, Kilis, Kütahya, Malatya, Mardin, Narlıdere, Nazilli, Orta Karaören, Patnos, Reyhanlı, Silifki, Silivri, Siverek, Sungurlu, Şarkışla, Urla.

İsimlerini şunun için okuyorum: Gördüğünüz gibi Türkiye için dağınık bir görünüştür.  Biz aslında buradaki konutları neredeyse yüzde 30 daha düşük fiyata mal ettik.  Çünkü tabii yerel yönetim bu işi yapabilmek için, yerel yönetimin kaderi de başarılı bir uygulamaya bağlı olduğu için daha ucuz arsa, bazen Hazine arazisi olmak üzere, yöredeki insanın konut diye anladığı şeye uygun konut, bazı yerde ev, bazı yerde apartman, bazı yerde daha düşük yoğunluklu, bazı yerde daha sıkışık şekilde, ama burada mal sahibi, işi inisiye eden ve yürüten belediyelerdir ve onlar belediye projeleridir.

Bunu kimlerle yapmıştır?  Tabii onlar talebi örgütlemiyorlar, üretimi de örgütlemeye kalkıyorlar, ama kooperatif dediğimiz şey talebin örgütlenmesidir. Talebi örgütlemekle görevli olan kooperatiflerle birlikte yaptılar.  Kooperatifler de talebin örgütlenmesinden sonra bireysel kredi sistemine geçildiği için doğrudan doğruya bireyle karşı karşıya kalındı. Yani Toplu Konut kredisi kullanıldı ve orada oturan birey, bulunduğu beldenin belediyesi ve orada kendi tanıdıkları arasında işyeri veya mahallesinden tanıdığı insanlarla kurduğu kooperatiflerle örgütlenmiş olarak bunu gerçekleştirdiler.  Şimdi devletin belediyeler ve kooperatifler, yani sivil toplum kuruluşları ve bireylere kadar inen projesidir.

Hakikaten buralarda 25 bin civarında konut -doğrudan doğruya yaptığımız sayıya yakındır- çok önü açık bir yerdir. Mesela, şimdi Toplu Konut İdaresi Başkanı bana geldi “Ne yapacağız?” dedi. “Paranız var mı?” dedim. “Yok, belki biraz alacağız” filan dedi.  En uygunu bunu belediyeler eliyle yapmaktır. Çünkü hem daha ekonomik, hem doğrudan ihtiyaç sahiplerine ulaşmanın bir yolu.  Merkezden bu zor oluyor. Yani bir gazete ilanıyla topladığınız kişilerden bazıları vergiden kurtulmak için kooperatif adı altında bu işi yapıyorlar ve ikinci, üçüncü evler için de bunlar olabiliyor ne kadar kontrol ederseniz edin.  Ama belediye olduğu zaman orada herkes herkesin yüzüne bakıyor, herkes herkesi biliyor, hırsızlık, soysuzluk daha kontrol altında oluyor. Yani demokrasi içinde de bir denetim mekanizması vardır.  Küçük yerler, küçük sayılar, mahalle düzeyi, semt düzeyi, kasaba düzeyi gibi yerlerde insanlar birbirlerini tanıyorlar ve buralarda bu işler daha iyi bir şekilde yapılabiliyor. İşte mevcut yasalar içinde bunlara imkân var. 1992’de projelendirilen, mevzuatı çıkarılan, 1993’ten 1996’ya kadar uygulanan bir iştir.  Şimdi de mevzuatı hazır; uygulanmak istenilirse uygulanılır.

Çok kısaca Dikmen Vadisi Projesi daha yeni bir proje olduğu için onun üzerinde bir şeyler söylemek istiyorum.  Buranın hikâyesi  aslında şudur:  Ben söylemeyi unuttum galiba, Ankara Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyesiydim, daha doğrusu partide yerel yönetimlerden sorumlu olduğum için belediye nasıl çalışıyor, bunu anlamak istedim. Seçime girdim, kazandım ve hem Çankaya hem de Büyükşehir Belediyesini temsil ettim.  O arada Dikmen Vadisini herkes gözününe getiriyor herhalde. Orası bir sel yatağıdır.  Mesela benim 15-16 yaşlarımdayken filan sel geldiğini de gördüm.  Bir de Dikme’den gelen bir seli yaşadık, gittik, baktık. O zamandan beri bu hep akla takılan bir şeydir.

Ankara’da 6 tane vadi var.  Bu vadilerin dikkat ederseniz içleri gecekondu doludur; neden?  Çünkü orası imar planlarında yerleşme alanı değildir, dolayısıyla boştur. Boş olduğu için de gecekondular için hemen gelip yerleşilecek bir alandır.  1980 sonrası imar ıslah planları yapıldığı zaman da bütün herkes burada hak sahibi olmuştu. Yani sel gelirse alıp götürecek, onun için onları orada hak sahibi yapmışlar imar ıslah planlarında.

Biliyorsunuz gecekonduları yerinden kaldırmak problem. 2 000 civarında gecekondu vardı ve o zaman Mehmet Altınsoy Belediye Başkanıydı, ben de muhalefet grubu başkanıyım. Getirdi “Aman, bu iyi bir şey, planda da zaten öyle.  Şunu komisyona sevk etmeden geçirelim. Ne yapalım? Dikmen Vadisi’ni yeşil alan olarak planda geçirelim”  dedi.  “Pekala dedik ve onu yeşil alan yaptık.

Her zaman da muhtarlar falan belediye meclisindeki toplantıları izlerler.  Dedik ki “Peki, ama burayı nasıl yeşil alan yapacaksın? Hepsini kamulaştırmak gerekir, dolayısıyla ekonomik fizibilitesi yok. 2 000 gecekonduyu oradan çıkaramazsın, politik fizibilitesi yok”  O da “Ben gider bunu Başbakanla hallederim” dedi.  Rahmetli Özal o zaman Başbakandı. Ona gitti, ona “Bunun ekonomik fizibilitesi de yok, politik fizibilitesi de yok. Sen bu işi nasıl yapacaksın?" demiş.  Yani “2 000 gecekonducu buraya gelirler, o yüzden biz bunu yapamayız” demiş.  Neyse bu olaydan 3 sene sonra falan iktidar değişti, Karayalçın Belediye Başkanı oldu, ben de Metropol İmar Şirketini kurdum, Türkiye’deki birçok belediyeye, bu arada Ankara Belediyesine de proje üretiyoruz.  O zaman oranın muhtarı yanında bir sürü kişiyle geldi dedi ki “Yiğit bey, şu tarihte Belediye Meclisinde bir çare söylemiştiniz” dedi.  Zira ben “Buna imkân olabilir, biz bunun içinde hem yeşil alan yapabiliriz, hem takas yoluyla finansman meselesini çözeriz. Finansmanını başka şekilde çözeriz, ama takas yoluyla politik olarak fizibl hale getiririz, ekonomik olarak da tahvil çıkarırız, şu olur, bu olur” demiştim. 

Bunun üzerine gittik, mahallede çeşitli toplantılar yaptık. Hikâyeyi anlatış nedenim şu:  Burada inisiyatif sahibi muhtar ve bu işle Dikmen Mahallesi içinde ve o koşullarda yaşayanlardı.  Mesela, gelinip de bu bize söylenilmeseydi biz bunu unutmuştuk, geçmiş gitmişti.  Bizim de problemimiz değildi, ama orada yaşayan insanlar biliyorlardı ki, günün birinde oradan bir sel gelecek. Gelmese de zaten berbat koşullarda yaşıyorlar. Günün birinde Devlet Su İşleri bunları buradan çıkaracak, kamulaştırma parası ödese bile oradaki varlığından olacak falan... Dolayısıyla bunlar geldiler ve bizi mahallede toplantıya çağırdılar. Gittik, bir kahvede, sonra başka bir kahvede, sonra tek tek geldiler, gittiler. Biz bir proje önerdik, dedik ki “Pekala, biz size 100 metrekarelik bir konut yapalım, Bunun tamamı 290 hektardır, bunun 150 hektarını yeşil alan bırakalım, yamaçlarda konut yapalım. Sizinle de bir sözleşme yapalım. İnşaat 18 ay sürecek, 18 ay gidin bir yerde kirada oturun, kiranızı biz ödeyelim ve ondan sonra konut hazır olduğu zaman kuraları çekin, tapuyu almadan önce de kendi gecekondunuzu kendiniz yıkın”  Pratikte bu şekilde anlaştık. Anlaştık dediğim, tam 1,5 sene bu konuda çalıştık.  Çok zor iştir, yani kimse kimseye güvenmediği için Türkiye’de hakikaten çok zor iştir, ama bunun başka çaresi de yoktur.

Kentsel bir yerin projesini yapacaksınız ve burada sadece gecekonducular var. Ama öyle yerler var ki, diyelim bu metro istasyonlarının etrafı çok önemli proje alanlarıdır. Mesela Paris ve Londra metrolarının son kuzey hatları bedavaya çıkarılmıştır, çünkü metro giriş-çıkış alanının etrafı kentsel yenileme projesi yapılmıştır. Çünkü o delikten günde 300 000 kişi girip çıkıyor ve burası da ticari olarak vitrin önünden geçen insan sayısıyla değer aldığı için orası mükemmel.  Mesela, şimdi eğer kentsel yenileme projeleri İstanbul’da yapılabilse metro tamamen bedavaya çıkabilir.  Bunu tahminen söylemiyorum, hesaplayarak söylüyorum.  Ama kimse 17 veya 18 çeşit farklı muhatap arasında bir uzlaşmayı göze alamıyor. Yani vakıf arazileri, belediye arazileri, devlet arazileri, kiracılar, mal sahipleri, okullar, bakanlıklar, şunlar bunlar...

Biliyorsunuz Türkiye’de “sosyal kapital” dedikleri bir şey var, birlikte iş yapabilme kapasitesi.  Yani yapılan araştırmalara göre sondan ikincidir. Bu Doğu Avrupa için yapılmış bir araştırmadır ve Sovyet Bloğu çöktükten sonra bazı ülkelerde gelişme hızlı bazılarında yavaş oldu.  Bunu inceledikleri zaman görüyorlar ki, sosyal sermaye, sosyal kapital diye bir ölçüt geliştirmişler, birlikte çalışma kapasitesi olan ülkelerde hızlı gelişme oluyor, diğerlerinde az gelişme oluyor. Türkiye’de hakikaten bu çok düşüktür.  Yani 3-4 kişi bir iş yapamıyor, yahut 2 kuruluş iş yapamıyor ve çok zordur.  Ben o kadar zaman merkezi yönetimde çalıştım, yerel yönetimde de çalıştım, 4 tane sivil toplum kuruluşunda da çalıştım, her birinde bu problemler vardır.

Şunu da söyleyeyim: Hani devlet şöyle, belediye böyle veyahut belediye öyle de sivil toplum kuruluşları şöyle değil, hepsi hazırlıksız, ortak çalışmaya herkes hazırlıksız.  Bunun temeli işte bu sosyal kapitalin geliştirilememiş olmasıdır.  Onun için hangi program yapılırsa yapılsın, Türkiye’de insanları birlikte çalıştırabilecek bir şekle götürmelidir.  Bunun için de buna önderlik edecek bir siyasal parti olursu harika olur, ama eğer yoksa, olamıyorsa, en iyisi yine sivil toplum kuruluşlarıdır. Çünkü onlarda demin anlattığım şekilde uzlaşma fonksiyonel olduğu için zamanla içinden yurttaş yetiştirebilir, içinden aktif yurttaş yetiştirebilir ve birlikte çalışmayı başarırlar.

Yine İlhan Tekeli’nin geçen sefer anlattığı gibi kodlanmış bilgi dışındaki bir bilgi türünün geliştirilebilmesi, üretilebilmesi, bu nedenle farklılıklar ve yerellikler yaratabilmenin tek yolu insanların birlikte çalışmasıdır, iletişim içinde olmasıdır ve birlikte bir şey üretmesidir.  Çünkü tek tek kişilerin sahip oldukları bilgi her yerde vardır. Bütün mesele bu sosyal kapitalin geliştirilebilmesi meselesidir.  Onun için de işte bu nedenle bu konuyu seçtim.  Belediyelerin stratejik bir önemi var, çünkü tam arada, yani bir yandan o yörede, o beldede doğrudan insanlarla ve onların sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkide, hiç sivil toplum kuruluşunun olmadığı yerde sivil toplum kuruluşu üretebilmek için belediye bir platform yaratabilir.  Yani belediyeyle işbirliği halinde bu sivil platformlar mucizeler yaratıyorlar, kolaylıklar sağlanıyor.  Belediyenin salonun kullanıyor, şu yapıyor, bu yapıyor. Mesela, Bodrum’da bunun çok iyi bir örneği vardır. Dolayısıyla her beldede, her yerleşim yerinde, her kasabada, köyde bunun harekete geçmesinde bence yerel yönetimler stratejik bir başlangıç noktasıdır.  Yani nereden başlamak gerekir denilirse, belediyelerden başlamak lazımdır. Çünkü aynı zamanda onun müşterisidir.  Yani o talebi örgütlemek gerekir.  Çünkü bireyler tek başına “olsa da girsek” diyor. Bana böyle söyleyen çok olduğu için tabiriyle söylüyorum “Ben canımı veririm” diyorlar. Ama kendisi bir arkadaşına gidip 3-4 kişi bir araya gelerek bir koza kurup 3-5 kişi daha toparlayıp 8-10 kişilik bir sivil toplum kuruluşu kuramıyor.  Çünkü bunun bir yere kaydı filan da yok.  Sen ilgi duyduğun bir konuda birlikte çalışıyorsun, bu kadar.  Bunun herhangi bir yere başvuru dilekçesi de yoktur.  Tabii ileride olabilir, ama bu kuruluş için yok.  Bakarsınız iş iyi gidiyor, büyüyorsunuz, o zaman başka bir şekil olabilir.

Tabii bu sivil toplum kuruluşlarının da bir hiyerarşik ilişkileri olanları ve yasaları olanları var.  Mesela, Mimarlar Odası Yasası var, Meslek Odaları Yasası var, Sendikalar Yasası var, hiyerarşik ilişkileri var.  Halbuki bizim deminden beri bahsettiğimiz sivil toplum kuruluşlarında tamamen yatay ilişkiler var, dikey hiyerarşi yok.  Tek aks ilgi ve bir şeyler yapabilme içgüdüsü var.  Zamanla bunlar büyüyebilir, gelişebilir, ama bunlarda ne kadar çok çeşitlilik varsa, o kadar yararlıdır. Tekdüzeliğe iteceklerdir; mesela, şunu söyleyeyim: Siyasal Partiler Yasası, demokrasinin en büyük engeldir. Çünkü 1980 sonrasında siyasetin bir çirkef, siyasetin aşağılık biri, temizlenmesi gereken biri olarak görüldüğü bir dönemde siyaseti ve siyasetçileri zapturapt altına almak için çıkartılmış bir yasadır. Adı üzerinde ve çok da başarılı olmuştur; çünkü siyasi partiler tekdüze pasta kalıbı gibi olmuştur. İlçe düzeyinin altında hiçbir yerde örgütlenmemiştir ve merkez sultası dedikleri şey de bunun sonucudur. Çünkü İçişleri Bakanlığı modelidir. Bir genel merkez vardır İçişleri Bakanlığı gibi, il başkanları vardır valiler gibi ve ilçe başkanları vardır kaymakamlar gibi ve bunların ilişkileri de budur.  O yüzden bir kaymakam, bir vali gibi halkla ilişki, enerji, benzin, para, yorgunlukla ömür harcamak yerine  gidip sabah akşam halkla birlikte olup merkezdeki birisiyle anlaşıyor; o kadar basit.  Yani onun liste başı veyahut kazanılacak bir yerde olması -orada daha evvel milletvekilliği yapmış bir arkadaşımız var, eğer yanlış bir şey söylüyorsam lütfen söyleyin-  yani şunu demek istiyorum: Yasalar çıkıyor, ama Türkiye’de hep bir merkezileşme var ve bu içimize işlemiş, yani böyle düşünüyoruz.       

Mesela, birçok yerde kent meclisleri yapılıyordu, Aliağa’da da kent meclisi var, biz de hem Gündem-21 ve hem de Habitat’ güya örgütlemeye çalışıyoruz. Gittik oraya, Güneydoğu’da 5 sene kaymakamlık yapmış biri gelmiş. Kendisiyle tanıştık, o da önde oturuyor, Belediye Başkanı da yanında.  “Meclis olarak çalışalım” diyerek bir giriş yaptık, herkesi biraz kışkırttık konuşsun diye. Kaymakam benim yanıma geldi “Yiğit bey, ne konuşacaklar?” dedi. Ben de “Bilmem, ne konuşacaklarsa konuşurlar” dedim. “Yok, yani öyle şey olur mu? Kendi hallerine bırakırsak olmaz” dedi. “Ne konuşacaklar, burayı temiz tutalım” filan diyecekler herhalde dedim.  Çok şüphelendi, “Siz bunları bilmezsiniz, siz öyle bizi bir şey zannediyorsunuz” dedi.  Tabii demokrasi filan da konuşuluyor bu arada. Yani ondanda tabii biraz rahatsız oldu ve yavaş yavaş bunlara alışılıyor tabii.

Örneğin, şunun için söylüyorum:  İnsanlar merkezde olduğu zaman sanki bu işler daha iyi olur gibi bir hisse kapılıyorlar; halbuki öyle değil.  Şunu da söyleyeyim: Yerel olduğu zaman mükemmel mi? Hayır, merkeze düşen rol, kapasite artırımıdır. Yerel parayı iyi kullanmıyor mu? O zaman parayı iyi kullanacağı cinsten bir düzenleme yapacaksınız, projeye dayalı, teknik eleman kullanacağı bir  düzenleme yapacaksınız. Kendi elemanı yok ve demin bahsettiğim gibi bir kapasite artırımı sağlayacaksınız, ama kararları o vererek, çünkü o adamlar yaşıyorlar orada. Yani yaşadığı yerde adam onun iyisi başka, benim memur olarak Ankara’da iyim başka.  Ben mesela, şu konuda ondan daha iyidir diyemiyorum. Yani tabii deniliyor, ama yanlış. Yanlışı o yapabilir, ama kendi yanlışıdır. Dolayısıyla hakikaten eğer demokrasi filan diye bir şeyden bahsediyorsak bu işlerin desantralize edilmesi, yerel olarak birçok şeye karar verilmesi lazım.

Bir istisnası var; o da geri dönülemez değerlerle ilgilidir.  Yani tarihi eserler ve doğal SİT’ler, doğal kaynaklar vardır.  İki nedenle: Biri, bir yanlış yaptığınız zaman telafisi yok, yok oluyor. İkincisi, bu sadece o yöreye ait değil, hem ülkeye ait, dünyaya ait; yani dünya kültürel mirasının bir parçasıdır. Dolayısıyla geri dönülemez değerler diye ne tarif ediyorsak onlarla ilgili olarak yerel yönetimlere karar bırakılamaz. Çünkü onların değil, herkesin malıdır.  Ayrıca  oradaki hata telafi edilemez.  Mesela, bir hata yapıp yanlış bir belediye başkanı seçebilirler, çünkü telafisi var.  Mesela, yeni reformda geri çağırma hakkını koysalar, yanlıştan erken dönme imkânı da olabilir. Birçok yerde var. Yani ilk bir sene çağıramıyorsunuz, ama bir seneden sonra geri çağırma hakkı var. Yani bir plebisit gibi bir şey yapılıyor,  yahut bir oylama yapılıyor, şu kadar oy alırsa geri çağrılıyor. Bunun için şu kadar imza gerekiyor, ama bunlar yapılabilir. Çünkü baktı, iyi çıkmadı seçtiği kişi.  Mesela, işçinin de bir deneme süresi var, ona bakılabilir, çok açık hatalar yapılabiliyor. Yani hatalar derken, orada yaşayan insanlar onu öyle görüyorlar diyelim.

Tekrar başa dönersek, birinci aşamada 330 hak sahibi vardı. Bunlarla anlaştık ve bunun sonucunda ne kazanıldı? Bir Or-An’dan Parlamentoya kadar olan 5 km’lik bir alanda 150 hektarlık bir yeşil alan kazanıldı.  Burası aynı zamanda bir rüzgâr alanıdır, yani buradan cereyan yapar, rüzgâr eser ve çok hoştur. Çok güzel bir yürüme alanıdır.  Orada bir gölet diyelim, bunun 18 000 metrekarelik bir su yüzeyi vardır ve o su yüzeyinin yamaçlarda serinletici etsisi vardır.  Ne olmuş oldu? Herkesin kârlı olduğu bir durum ortaya çıktı.

Kafanızda bir proje varsa herkesin yararlanacağı bir çözüm bulmak zorundasınız, çünkü herkesi dikkate alacaksınız.  Çağımızda herkesin oyu var, herkesin karara katılma hakkı var.  Zaten böyle bir kısmını dışta bırakan oldubittilerle bir iş yaparsanız hızla düzeltirler. Yani düzeltme mekanizmaları da demokrasi içinde var.  Onun için uzunca bir şey anlatmayayım, ama bunun karar alma süreçleri tamamen bir yerel demokrasi biçiminde oluştu.  Mesela, mahallinde bir Karar Alma Kurulu kuruldu. Bu kurula projeleri “şurasında şöyle yapıyoruz^diye onlarla tartıştık. Bizim meslek normlarımıza göre iyi olmayan şeyler oldu mu? Oldu, ama olacak. Ama toplam olarak neticeye bakarsanız, niye bizim keyfimize göre olsun veyahut niye bizim orta sınıf profesyonel değerler yahut Teknik Üniversitenin bizde oluşturduğu değerlere göre  olsun bu işler?.. Dolayısıyla  tartışarak, uzlaşarak, geliştirilerek varılan sonuçlardı bunlar.

Bunun ikinci aşaması da bir şekilde yapıldı ve birçok kişi de memnun kaldı. Bir kere orada 2 000 konutluk gecekondu meselesi ortadan kalktı.  Yani şu anda sel gelirse orada bir sel kapanı var, dolu savağı var, yani onu dışarı atacak yeri var, gölet var, aynı zamanda selde rezervuar olarak kullanılıyor. Birçok bakımdan yararları olan bir şey.  Kendilerine göre bir buluşçu yatırım modeli var. 

Ben bunlara girmeyeyim, ama şöyle söyleyeyim: Bütün bunlarda belediye işi başlatandır. Yani bunun neresinden başlayalım? Belediyelerden. Bence önemli bir husus var, yerel yönetim seçimleri var.  Ben bu Yerel Yönetim Yasası çıkınca biz bu işle uğraşan insanlar mutlaka beğenmeyeceğiz. Beklentimizi karşılamayacak, ama eskisinden iyi olabilir. Çünkü artık insaf, yani 1930’dan beri uygulanıyor. Aşağı yukarı 1970’den beri reform çalışmaları yapılıyor. Herkes bir şey yaptı ve bizim reform tasarımız bu kitapta, ayrıntısı orada.  Başka öneriler de gelecek ve bunların hepsine bakmalısınız diye düşünüyorum.  Bunun üzerinde İlhan Tekeli’nin “nasıl bakmalı?” sözlerini hatırlayarak bunların hepsine bakmam lazım.

Onun söylediklerini tekrarlayalım.  Devlet eski devlet değil, belediye eski belediye değil. Devletten şöyle bir parça kesip yetki ve kaynak olarak götürüp bunu eski belediyeye eklerseniz burada bir desantralizasyon yapmış olmazsınız.  Aslında bununla ilgili olarak Fransa’nın bir örneği var, ilginçtir.  Biz yakın zamana kadar küreselleşme öncesi o modeli öneriyorduk. O da çok merkezi bir yapı. Zaten administrasyon onun bir çeşit kopyasıdır, her şey Paris’ten idare edilir filan denilir.  Onlar valilik binasını ortadan ikiye ayırıp bir kısmını merkezi teşkilat yani valilik, diğer yarısı da belediyeye ayrıldı, ama şöyle bir ilkeyle birlikte: Yerinde yapılabilecek her şey yerinde yapılacak. Bunun sonucunda 8-10 senelik bir uygulamada o yarı yarıya olan binada yerel yönetim kısmı büyüyor, çünkü hemen hemen her şey yerinde yapılabiliyor, sadece askerlik dairesi ve milli savunmayla ilgili şeyler falan gibi merkezi fonksiyonlar kalıyor ve geri kalanı yerel yönetimlerce yapılıyor.

Böyle şeyler yapılabilir. Mesela, Türkiye’nin doğusuyla batısı farklı; küçük yerle büyük yer farklı.  Bunları bir şey iyidir diyerek her yere uygulamak yerine bir yerden başlanabilir ve öğrenerek gidilebilir.  Yani aslına bakarsanız hiçbir şey iyi değildir veya hiçbir şey kötü değildir. Çünkü bu kadar geniş bir coğrafya, bu kadar farklılıkları olan bir şey. Bunun içinde 10 milyonluk şehir de var, 2 binlik belediye de var, hatta o döfakto sayımla 1 200 kişilik belediye de var.  Bunların hepsini nasıl bir kalıpta çözebiliriz. Yani tekdüzelik kötü, hepsi için aynı olması kötü. Onun için ya hakikaten yerel yönetimlere güvenerek onlara bırakacaksınız, kendi mevzuatlarını geliştirecekler tıpkı siyasi partiler gibi. Kendi amaçları, kendi ideolojisi ve kendi hedef grupları, sahip çıktığı gruplara göre örgütlensin, niye hepsi aynı örgütlensin?  Mesela, niye DSP’ye böyle işkence yaptılar her tarafta örgüt kurmak gibi? Merkezden idare edilecekti, mesele kalmayacaktı. Bir sürü eziyet çektirdiler. Tüzüğünde 150 kişi olunca kongre yapma şartı var, ilçelerin sayısını 149’da tutuyorlar, bir kişi alacakları zaman bir kişi atıyorlar. Şimdi bütün bunlara ne lüzum var? Yahut valilik sistemine dayalı partiler de kuruluyor, onları niye zora sokuyorsunuz? Bırakın, o da öyle yapsın. Ama “ben kitle partisiyim, ben örgüt partisiyim, ben üye partisiyim” diyen de bizim önerdiğimiz gibi hem kampusta bir kongre, her sanayi sitesinde bir kongre... Niye bunlar olmasın? OSTİM’de 3-4 bin sanayici var, oysa Yenimahalle İlçe Örgütünde OSTİM’den 1 kişi var. Haydi bakalım OSTİM’in sorunlarına sahip çıkılsın... Yine merkezden sahip çıkılacaktır.  Halbuki OSTİM’de bir kongre oluşsa, her partinin bir kongresi olsa, orada çalışanı var, patronu var, köftecisi, her şeyi var. Oranın kirliliği, yolu, temizliği, kredi sorunu daha iyi yansımaz mı?  Yani kendi sorunlarına insanlar sahip çıkmazlar mı?  Yenimahalle İlçesinde bir üyeyle neyi ne yapacaksınız?..

Şunu demek istiyorum:  Bu partiler için anlattığım işle desantralizasyon, yerellik aynı şey, yani belediye meselesi de aynı şeydir. Yani biz insanlara kadar ulaşacağız, hakikaten halkın içinde olacağız. Bunu belediyelerle yapacağız, siyasi partilerle yapacağız, sivil toplum kuruluşlarıyla yapacağız ya da Ankara’dan şimdi olduğu gibi her partide 1 500 kişi siyaset yapacak. Bu 1 500 kişi münavebeyle oraya buraya girip çıkacaklar ve bunun adına demokrasi diyeceğiz.  Bu demokrasi görüntüde, ama verimli bir demokrasi değil.  Yani hayatımız çok daha iyi olabilir eğer bu şekilde yürürse.

Ben şimdi artık keselim; tartışma, yorum veya sorulara da imkân açayım.

Son olarak şunu söyleyeyim; iki mesajımdan biri şu: Desantralizasyon işinde belediyeler -merkezi yönetimin de işlevleri var tabii- bireyle şey arasında sivil platformların oluşması, sivil toplum kuruluşlarının oluşması ve onlarla birlikte bu yeni yerelin geliştirilmesi, farklılaştırılması, çeşitlendirilmesi konusunda stratejik başlangıç noktası belediyelerdir.  Onun için belediye başkanı adaylarından, belediye meclisi üyesi olacak adaylardan bunlar sorulmalıdır, bunlar istenilmelidir.  Böyle insanları, bunu kavrayabilecek insanları oralara sokmak lazım ki, belki belediye seçildiği zaman merkezi yönetim gibi roller, bakanlık gibi roller üstlenmesin, bu bireye kadar inen kanalları açık tutsun.  Yani belediye meclisleri sadece temsili bir meclis olmasın, katılım mekanizmaları çalışan, onları harekete getiren bir meclis olsun.  Çünkü aslında belediye meclisleri şimdiki mevzuat içinde de eğer katılım mekanizmalarını çalıştırmak isteseler çalıştırabilirler. Ama onu yapmak zor iş; herkesle uzun uzun konuşmak, uzlaşmak lazım.  Halbuki şimdi sadece temsil görevi görüyorlar. Onun için bu da lafla olmaz, katılım mekanizmalarının geliştirilmesi gerekir.

Diğer mesajım şu: Her hal ve şart altında birçok iş yapılabilir. Herkes yıllardır reform bekliyor, hiçbir iş yapmıyor. Bence tekrar bir şey olduğu zaman da onu beğenmeyip bu reform olmadı, hakiki bir reform oluncaya kadar biz yine istirahat edelim diyenler olacak. Ama bence doğru olanı, eğer buna inanıyorsanız her koşul altında yapılabilecek iş var ve  buradaki başarılar o cins bir gelişme için en önemli örnekleri oluşturacaktır.  Çünkü Türkiye’de insanların önüne iyi bir örnek geliştirdiğiniz zaman iyiyle kötüyü tefrik ediyor ve iyiyi seçiyor.  Kendisi doğrudan ona gidemiyor; ama iyi bir örnek oluşturduğunuz zaman onu destekliyor ve kötüden farkını görüyor. Onun için ben bu örnek geliştirme işine çok önem veriyorum ve belediyeler bunları başlatabilir.  O zaman çok yaygın olduğu için çok da etkili olmuştur.

Ben dikkatleriniz için çok teşekkür ederim. Konu biraz uzun ve laf da çok.  Şimdi yorumlarınız, sorularınız, tartışmalarınız ve eleştirilerinize açığım.

Buyurun.

Okunma Sayisi : 8893
Adres : Konur Sokak 4/3 06420 Yenişehir / Ankara • E-posta : info@mimarlarodasiankara.org
Telefon : 0 312 4178665 • Faks : 0 312 4171804 • GSM Santral : 0 533 4777967
Son Güncelleme : 22.11.2024 - 14:01:56
Şu an 1 kişi online | Hukuki Şartlar ve Gizlilik Hakları