Üye Bilgileri.size uygun bölümden devam ediniz.sitemizdeki online işlemlerden yararlanabilmek için kayıt olup parolanızla giriş yapmanız gerekmektedir. |
MİMARLAR ODASI ANKARA ŞUBESİYEREL YÖNETİMLER OKULU “YEREL YÖNETİMLER ve DEMOKRASİ”Konuşmacı: Aydın Köymen 29 NİSAN 2003 ----&---- AYDIN KÖYMEN- Bugünkü konumuz “Yerel Yönetimler ve Demokrasi” ana başlığı altında tanımlanabilir. Vaktim olduğu ölçüde demokrasi-yerel yönetim ilişkisi dışında da her ne kadar benden sonra Zekeriya Temizel dostumuzun anlatması söz konusu olan “Katılım Mekanizmaları ve Ombudsman” gibi bir konu varsa da ve benim bildiğim kadarıyla da Zekeriya Bey daha çok ombudsman üzerinde yoğunlaşacağı için vaktimiz kalırsa biraz da demokratik katılım mekanizmalarını çok detaylı olmasa da şematik bir biçimde sizlere sunmak istiyorum. Bildiğiniz gibi demokrasinin çok çeşitli tanımları var. Ama kısaca herhalde şöyle tanımlanabilir: Demokrasi, halkın yönetimi, halkın kendi kendini yönetmesi; bu kısa bir tanım. Ama bu tanımın altında iki tane önemli unsur var. O da tüm yurttaşların kendilerini yöneten kuralların ve bunlara ilişkin temel kararların kendilerince alınmasının ve yaptırıma bağlanmasının hem hakları, hem de görevleri olduğu bir yönetim biçimi. Demek ki, demokraside iki önemli unsur var; birincisi, kurallar; bu kuralların neler olacağı konusundaki kararı halk veriyor. Ayrıca bu kurallara uymayanların ne tür yaptırımlara bağlanacağı konusunda da yine halk bir denetim görevi yerine getiriyor ve bu iki unsur için de hak ve görevlerle donanmış bulunuyor. Demokrasinin diğer önemli bir unsuru da eğitim, ırk, dil, cins, cinsiyet, hangi kategoride olurlarsa olsunlar tüm halkın eşit yurttaşlar olarak kurallar karşısında görevlerinin ve haklarının bulunması. Yani demokrasilerde sınıf farkları, cinsiyet farkları, yönetimin kuralları, hak ve ödevler açısından hiç kimse için bir ayrıcalık sağlamıyor. Herkes kendini eşit vatandaş olarak görüyor ve herkes eşit vatandaş muamelesi görüyor. Demokrasinin nasıl oluşacağı yönünde ya da demokrasinin ne tür bir sürecin sonucu olduğu konusunda çok çeşitli teoriler ve ideolojik görüşler var. Bunlardan bir tanesi mesela Marksizm; Marksizm demokrasiyi ancak sosyal ve ekonomik bir dönüşümün sonucu olarak öngörüyor. Marksizme göre sosyal ve ekonomik bir devrim, bir dönüşüm olmadığı takdirde demokratik bir topluma ulaşılması mümkün değil. Ancak Marksist anlayışın Sovyet deneyimi sonucunda iflas etmiş olması ve sistemin çökmesiyle kabaran, daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük, daha fazla yerelleşme ve barış içinde bir dünya talepleri tek başına demokrasiyi de bir ideoloji haline getirdi. Dolayısıyla, özellikle Sovyet deneyiminin başarısızlıkla sonuçlanması sonucunda ortaya çıkan fiili durumda demokrasinin kendisi de bir ideoloji haline dönüştü. Yoksa diğer örneğin, Marksizm gibi, liberalizm gibi, faşizm gibi, Nazizm gibi ideolojilerle bağlantılı olarak değil; ama tek başına demokrasi âdeta bir ideolojik söylem haline dönüştü. Bugün bazı siyasi düşünürler, bazı filozoflar demokrasiyi ekonomik olmaktan çok politik bir anlatım olarak görmekte ve politikayı ekonominin önüne dolayısıyla da demokrasiyi ekonominin önüne koymaktalar. Burada özellikle altını çizmek istediğim şey demokrasinin hem liberalizm açısından, liberal ideolojisi açısından hem de çeşitli sol ideolojiler açısından, Marksizm açısından hep bir toplumsal ekonomik dönüşümün, değişimin, gelişimin sonucu olarak tanımlanmasına karşın bugün yaşadığımız dünyada dediğim gibi birtakım siyasal düşünürlerin, filozofların iddiası, demokrasinin bunlardan da bağımsız bir ideoloji olarak algılanabileceği yönünde. Örneğin, şöyle bir söz var, bir siyasi düşünürün söylediği bir söz: “Eğer demokrasiyi yoksul kesimlere güvenilir kılmak için bir sosyal ekonomik devrim bellenirse sonsuza dek beklenir. Yoksulluğun ve onun beslediği eşitsizliklerin tedavisi yoksulların yurttaşlar olarak güçlendirilmesinden geçer.” İşte bu söylem de demokrasinin ekonomik ve sosyal sistemlerin önünde bir yer alması gerektiği yönündeki düşüncenin ifadesi. Demokrasinin tarihi boyunca çeşitli değişik köklerden beslenmiş ve gelişmiş. Bunlar arasında belli başlı olanları yine tarihsel dizine bağlı kalarak şu şekilde sıralayabiliriz. İlk olarak klasik Yunan kent devleti, doğrudan demokrasi bir pratik uygulama alanı buluyor. Küçük küçük kent devletlerinden oluşan bir Ege Bölgesini düşünün; bu kent devletlerinin her biri gerçekten de o günden bugüne kadar pek uygulanma imkânı olmayan doğrudan demokrasi yöntemiyle yönetilirlerdi. Her türlü karar orada halkın toplanmasıyla tartışmaya sunulur ve orada el kaldırılarak yapılan oylamalar sonucunda “neyi üreteceğiz, bu kenti nasıl yöneteceğiz, hamam mı yapacağız, hangi malların ticaretine ne kadar narh koyacağız?”dan tutun her alanda kararlar forum meydanında toplanan yurttaşlar tarafından oylanarak alınırdı. Bunu yine bir ölçüde bu kadar doğrudan bir uygulama olmasa da İtalyan Rönesans’ı sonucunda ortaya çıkan daha büyük ölçekli kent devletlerinde de görmek mümkün. Ama o devletlerin ölçekleri çok daha büyük olduğu için, Eski Yunan kent devletlerine oranla burada kentin belli bölümlere ayrılması ve bu bölümlerdeki halkın bölümlerine ilişkin konularda doğrudan katılımının sağlanması gibi yöntemler uygulanmış. Bunun ardından Batıda temsili hükümet teorisinin ortaya çıkması söz konusu. 1789 Fransız Devriminden sonra ve bunun sonucunda da halk meclisleri düşüncesinin ortaya çıkması, yine Fransız Devriminden kaynaklanan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleri, değişik toplumsal hareketler, insan hakları için sürdürülen yoğun mücadeleler bütün bu demokrasinin tarihini oluşturuyor ve demokrasinin bugüne kadar evrimleşmesi anlamında köşe başlarını oluşturuyor. Dikkat ettiyseniz, demokrasinin tarihsel dizininin de ortaya koyduğu gibi kökeninde yerel yönetim yatıyor, kent devleti yatıyor. Demek ki, ilk ortaya çıkan bir uygulama olarak demokrasi doğrudan yerellikle ve kentlerle ilgili bir pratik ifade ediyor ve aşağı yukarı da 19. Yüzyıla kadar demokrasi kavramının çağrıştırdığı şey hep kent devletlerinde uygulanan model olmuştur ve bugün artık geldiğimiz noktada kısa bir aradan sonra, 1-1,5 asırlık bir aradan sonra tekrar kent demokrasisi kentle demokrasi kavramı arasındaki ilişki yeniden yaygın ve etkin bir hareket olarak karşımıza çıkmış bulunuyor. Demokrasiyi doğrudan yerel yönetimlere bağlayan, demokrasiyi bir kentsel yaşamın ürünü olarak ortaya koyan düşüncenin temelinde şu iki nesnel olgu yer almaktadır: Birincisi, demokrasinin tek egemen biriminin ulus-devlet olarak kabul edilmesinin ortaya çıkardığı optimizasyon sorunu. Yani düşünün, 60 milyonluk bir Türkiye’de saf haliyle ya da halkın büyük bir bölümünün katılımıyla bir uygulamanın, bir yönetimin gerçekleştirilmesi ölçek açısından mümkün değil. Dolayısıyla, bu kadar büyük bir ölçekte demokrasinin aslında göstermelik olduğu yönünde bir eleştiri ortaya atılıyor ve bu eleştiri çerçevesinde de demokrasinin yeniden yerel ölçeklerde güçlendirilmesi, ancak yerel ölçeklerde güçlendirilen demokrasinin sonuçta demokratik bir devleti oluşturabileceği yönünde bir görüş ortaya çıkıyor. Nitekim, baktığımız zaman hakikaten ulus-devlet ölçeğinde, hele Türkiye gibi nüfusu gayet kalabalık bir ulus-devleti göz önüne aldığınızda halkın demokrasinin doğasında olan katılım ve denetim yetkileri gerçekten de lafta kalmakta, demokrasi sadece bir ritüele dönüşmektedir. Nedir o ritüel? 4 ya da 5 senelik periyotlarda sandık başına gidip oy atmaktan ibaret olan bir ritüel. Yerellikle demokrasi arasındaki ilişkiyi tekrar gündeme getiren ikinci olgu ise, küreselleşen dünyada kentlerin büyük ölçüde kendi ulusal yapılarını belirleyici rol üstlenmeleri ve uluslararası arenada da giderek artan bir etkinliğe sahip olmaları olgusu yer alıyor. Ben 5 yıllık bir dönemde Ankara Büyükşehir Belediyesinde yönetici konumunda bulundum. Gerçekten de özellikle Avrupa’da artık bir sürü alanda ulus-devletlerden değil; ama ulus-devletler içinde yer alan kentlerden bahsedilmesi söz konusu. O ulusu tanıtmak kentler vasıtasıyla oluyor ve Berlin, Almanya’dan çok daha önemli, Amsterdam, Hollanda’dan çok daha önemli, Napoli, İtalya’dan çok daha önemli. Palermo yine İtalya’nın bir bölgesi içinde yine İtalya’dan çok daha önemli ve bütün kültürel kimlik, bütün ekonomik kimlik ve bütün sosyal kimlik kent ölçeğinde dış ilişkilerde kentler vasıtasıyla belirleyici bir nitelik kazanıyor. İşte bu olgular yerel yönetimin 21. Yüzyıl demokrasisinin bir tür optimum ve etkin birimi olarak kabul edilmesi gerektiğini ileri süren görüşleri ortaya çıkarıyor ve bana göre de demokrasi günümüz dünyasında gerçekten ancak yerel malzemelerle ve aşağıdan yukarıya doğru tabanın demokratik yönetime bağlılığına ve katılımına dayalı bir biçimde oluşturulabilir görünüyor. Yerel yönetimin temel organı olan belediyelerin, Batıdaki yönetme ve karar organı olan belediyelerin Batıdaki oluşum süreciyle Türkiye’deki oluşum süreci arasında tam bir zıtlık olduğunu belirtmek isterim. Çünkü Batıda yerel yönetim, onun organı olarak belediye, tam anlamıyla bir sivil toplum örgütlenmesi olarak ortaya çıkmıştır. Neye karşı? Feodal dönemin son aşamalarında aristokrat sınıfın egemenliğinin son aşamalarında ticaret vasıtasıyla gelişen kentler aristokrasinin, feodal beylerin, kralların yönetimine karşı ticaretlerini, zenginliklerini ve yurttaşların kültürlerini serbestçe ifade edebilmeleri ve geliştirmeleri için kendi kentlerinin yönetimine talip olmuştur orada yaşayan insanlar ve birtakım organlar oluşturmuşlardır. Bu organlar, ticareti düzenlemekten, kültürel ihtiyaçları gidermeye kadar ve yaşanılır bir çevre ve hizmetler üretmeye kadar yaşamın her alanında kentteki faaliyetleri düzenleme konumuna gelmiştir ve burada neler yapılacağı, hangi kararların alınacağı ve feodal beylere karşı kentin nasıl savunulacağı bizzat o kentte yaşayan insanlar tarafından karara bağlanmış ve yürütülmüştür. Dolayısıyla, bu bir sivil inisiyatiftir. Hiçbir resmi ölçeğe bağlı değildir. Sonunda da bütün bu işleri yapabilmesi için belediye diye bir kurum oluşmuştur, ortaya çıkmıştır ve halk belediye vasıtasıyla kendisinin nasıl yönetileceğine karar vermiştir. Oysa Türkiye’de özellikle belediyelerin, genel yerel yönetimlerin demokrasinin beşiği olduğu biçimindeki söylem hiç de geçerli değildir. Çünkü Türkiye’de belediyecilik hareketi ve belediye kurumu hiçbir zaman bir sivil inisiyatif tarafından oluşturulmamış, bir sivil toplum girişimi olarak ortaya çıkmamış, tam tersi merkezi yönetimin birtakım alanlarda bazı işleri birilerinin yapması uygun görmesi sonucunda ortaya çıkmış bir kurum olmuştur. Ancak buna karşın yine de demokratikleşme açısından yerel yönetimlerin demokrasinin beşiği olduğu biçimindeki söylem gerçekten de çok önemli bir söylemdir ve âdeta bir demokrasi hareketinin temel taşlarından birini oluşturmaktadır. Aşağı yukarı bizde belediyeciliğin 1,5 yüzyıllık bir geçmişi var. Buna karşılık Avrupa’da belediyeciliğin yaklaşık 300-350 yıllık bir geçmişi, hatta daha da geriye giden bir geçmişi var. Bu 1,5 yüzyıllık geçmiş şöyle kafanızda hesabını yaparsanız Tanzimat sonrasına geliyor. Yani Türkiye’de belediye denilen kurum Tanzimat sonrasının bir ürünü. Neden acaba Tanzimat sonrasında belediye diye bir kuruma ihtiyaç duyulmuş? Eğer aranızda biraz tarihle ilgilenenler varsa bu konuda bir şeyler söyleyebilir misiniz? Niçin Tanzimat sonrasında birdenbire belediye diye bir kurum ortaya çıkmış? Buyurun. SALONDAN- Senedi İttifak’la padişah ve Ayanlar arasında bir anlaşma sağlanmıştır. Daha sonrada da padişah yetkileri azaltıldı. Dolayısıyla, belediyeler de bir anlamda sivil toplumu oluşturduğu için gelişmeleri daha kolay oldu. AYDIN KÖYMEN- Yani Ayan’ın talebiyle mi “belediye” denilen kurum ortaya çıktı? SALONDAN- O kadarını bilmiyorum. Sadece padişahın yetkileri azaldı. Dolayısıyla, böyle bir girişimi yapabilecek bir ortam oluştu. AYDIN KÖYMEN- Anlıyorum. Buyurun. SALONDAN- (Ses banda yansımadığından yazılamamıştır.) AYDIN KÖYMEN- Buyurun. SALONDAN- Tanzimat Fermanıyla birlikte yaşam koşullarında bazı standartların getirilmesi benimsendi. Bunun sağlanması açısından belediyeler gerekli görüldü. Bu sebepten sonra ortaya çıktı diye düşünüyorum. AYDIN KÖYMEN- Buyurun. SALONDAN- Tanzimat Fermanı bugüne kadarki Batılılaşma girişimlerinin derli toplu bir belgesidir. Dolayısıyla, Batılılaşma çabasındaki çevrelerin biraz da öykünmeci bir yaklaşımı Batı kurumlarında belediyelerin ortaya çıkmış olması lazım. AYDIN KÖYMEN- Beyefendinin söylediği ve arkadaki genç arkadaşımızın söyledikleri büyük ölçüde sorunun cevabı oluyor. Birinci neden, gerçekten bir belediye kurulması, belediye kurumunun oluşmasının altında yatan birinci neden siyasaldır ve bu da Osmanlı bürokrasisinin Batılı özlemleriyle Batılı güçlerin tavsiyeleri biçiminde özetlenebilecek bir siyasal karardır; buradan kaynaklanan bir siyasal karardır. Başka bir deyişle; belediye Tanzimat sonrası Batılılaşma hareketlerinin bir parçası olarak gelen, beyefendinin de saydığı diğer kurumların yanında bir tanesidir denilebilir. Ama tabii bu tek başına bir belediye kurumunun oluşmasını yeterince açıklamıyor. Bu siyasal nedenin yanında bir de olgusal bir neden var ve kısaca bu olgusal nedeni de aynı dönemde meydana gelen toplumsal yapıdaki dönüşümler ve bu dönüşümlerin geleneksel Osmanlı kent yönetimi düzeniyle karşılanamayacak olması biçiminde tespit ettiğimiz tanımlamamız mümkün. Çünkü kentler özellikle payitaht, başşehir, İstanbul birtakım yeni hizmetlere ihtiyaç duymaya başladı. Atlı tramvayın ortaya çıkması, dolayısıyla onun sonucundan sonra elektrikli tramvay, onun sonucunda düzenli yol diye bir şeyin yapılması gerekliliği, giderek kalabalıklaşan ve kozmopolitleşen metropolde, merkezde birtakım başka hizmetlerin talep edilir hale gelmesi ya da bu hizmetleri gerekli kılan ihtiyaçların kendisini dayatması, yani kanalizasyon, aydınlanma gibi, yani ısınma araç ve gereçlerine sahip olma gibi ve saire ihtiyaçların kendini dayatması ve bütün bunların yapılabilmesi için de bir yeni hizmet örgütlenmesinin ortaya çıkması. İşte bu nedenlerden, bir siyasal nedenden, etkenden, bir de bu toplumsal dönüşümdeki olgudan dolayı Tanzimat sonrası belediye diye bir kurum Türkiye’de de ortaya çıkmıştır. Ancak hangi nedenle ortaya çıkmış olursa olsun, hangi nedenle kurulmuş olurlarsa olsunlar Türkiye’de belediyelerin bir sivil inisiyatifini temsil ettiklerini söylemek olanaksızdır. Çünkü Osmanlı döneminde bu kurumun ilk ortaya çıktığı dönemde belediyeler imparatorluğun aşırı merkeziyetçi yönetim yapısı içinde çağdaş görevlere, yeterli gelirlere sahip değildirler. Yasal açıdan güçlü, köklü bir yerel yönetim yapısına hiçbir zaman kavuşamamışlardır ve bundan dolayı da tıpkı Türkiye’deki bir sürü kurul gibi geleneklerini geliştirememiştir. Türkiye’deki bir sürü kurulda böyle somut bir dayatma sonucunda, halkın dayatması sonucunda onun hareketiyle, onun inisiyatifiyle kurulmadığı için mesela Batı toplumlarındaki fonksiyonlarını bir türlü yerine getirememektedirler; bunların içinde de başta belediyeler yer almaktadır. Mesela, 1. Meşrutiyet Döneminde Millet Meclisi dışında bir belediye meclisi oluşturma girişimi var. Ama bu belediye meclisinde hiçbir zaman bir seçim söz konusu olmamıştır. Yine padişahın atadığı üyelerden oluşan, “Batıda belediyelerin meclisleri var” deyip “bizde de bir meclis olsun, bunun içini de doldurmak lazım, bunları kim tayin edecek? Padişah tayin eder.” Bir biçim olarak belediye meclisi oluşmuş olur. Dolayısıyla, bu belediye meclisi de hiçbir zaman kentte yaşayanları temsil eden bir meclis niteliğine bürünemez. Cumhuriyet Döneminde de belediyeler demokratik ve özerk bir yapıya kavuşamamışlardır. Bunda Osmanlı Döneminden devralınan yapının yanında cumhuriyet yönetiminin de devletin yapısında merkeziyetçilik eyleminin ağır basmasının etkisi büyüktür ve her ne kadar 1930 yılında çıkarılan ilk Belediyeler Yasasının gerekçesinde özellikle ulusal egemenlik ilkelerinin gerektirdiği siyasal eğitimin gelişmesinde çok yararlı olmaları nedeniyle belediye kurumlarının çok önemli ve kıymetli, yararlı kurumlar olduğu belirtilmişse de cumhuriyet yönetimi belediyeleri aynı yasada sadece merkezi yönetim tarafından aktarılacak maddi kaynaklara mahkûm etmiştir ve yine 1960’lara kadar düşündüğünüzde belediye başkanları aynı zamanda o ilin valisi olmuşlardır. Valiliğe atama emri vermekte; bu işte mesela ünlü belediye başkanları vardır, İstanbul’da 1950-1960 arasında Fahrettin Kerim Gökay; ama vali kimliği ön plandadır; onun adına türküler, şarkılar falan düzülmüştür. Ama hiçbir zaman seçimle değil, atamayla gelmişlerdir ve asıl görevleri valilik, onun yanında da belediye başkanlığı olmuştur. Dolayısıyla, bizdeki belediyecilik geleneği çok uzun yıllar belediyelerin merkezi yönetime bağlı ve merkezi yönetimle uyum içinde olmasını öngörmüştür ve belediye kurumuna da hep bu çerçeveden yaklaşılmıştır. Demek ki, yasada belirtilen milli egemenlik açısından son derece önemli ve kıymetli olduğu belirtilen belediye kurumu aslında merkezi yönetime uyduğu ve ona tam olarak bağlı olduğu takdirde bir kıymeti harbiyeye sahip olmaktadır ve bu aşağı yukarı 1970’lere kadar devam etmiştir. Tabii 1960’lardan sonra yerel yönetimler, belediyeler, yurdun her yerinde, İstanbul, Ankara, İzmir de dahil olmak üzere seçimle belirlenmişlerdir, belediye başkanları seçimle seçilmiştir, belediye meclisleri seçim sonucunda oluşmuştur. Ama yine de halkın tavrında 1970’lere kadar hep eski belediye anlayışının etkili olduğunu görüyoruz. Çünkü 1960’la 1970 arasındaki döneme baktığınız zaman genel seçimleri kim kazanıyorsa belediye seçimlerini de o kazanmıştır. Dolayısıyla, belediyeciliği, yerel yönetimi hep merkezi yönetimle birlikte düşünmek gibi bir alışkanlığın sonucudur ve ona bağlı çalışacak bir kurum olarak görmenin sonucunda da “canım ben oyumu eğer Adalet Partisine veriyorsam ya da Cumhuriyet Halk Partisine veriyorsam belediyede de mutlaka bunu yapmalıyım ki, iyi bir hizmet verebilsin” gibi bir yaklaşımla hep oy kullanılmıştır. Tabii bu nedenden dolayı da o başta söylediğimiz sav bir parça geçerliliğini kaybediyor. Yani Türkiye için “yerel yönetimler demokrasinin beşiğidir” söylemi pek de Türkiye açısından geçerli bir söylem gibi gözükmüyor ve işte yine 1970’lere kadar politikacılar açısından da eğer birisi bir parti belediye başkanlığına aday gösteriliyorsa, mesela beni aday gösteriyorsa o şu anlama geliyor: “Bunu sınamak istiyorlar, bakalım işi biliyor mu, bilmiyor mu?” Benim açımdan ise, belediye başkanlığı daima bir sıçrama tahtası olarak görünüyor; nereye sıçrayacağım? Merkeze sıçrayacağım. İşte bu konsept içerisinde belediyeler 1970’li yıllara kadar hiçbir zaman demokratik bir fonksiyon icra edememişlerdir. Aynı şekilde belediye meclislerinde de demokrasiyle bağdaşmayan bir formasyon gözlüyoruz, bir biçimlenme gözlüyoruz. Bir kere belediye meclislerinin hâlâ daha yereli temsil ettikleri, yerel temsiliyet açısından tatmin edici olduklarını söylemek hiçbir zaman mümkün değildir. Başlangıçta olduğu gibi hâlâ sürmekte olan eğilim belediye meclislerinde örneğin kentte varolan burjuvazi, işçi kesimi, aydınlar, gençler, kadınlar gibi dinamik katmanlara hep kapalıdır. Yani belediye meclislerinde işçi temsilcisi göremezsiniz ya da ciddi burjuvaziye mensup bir işadamını o çıkarları temsil etmek üzere oraya seçildiğini göremezsiniz. Yine kadın örgütlerinde aktif görev alan insanların, kadınların belediye meclislerinde yereli temsilen varolduklarını göremezsiniz ya da bunlar çok azdır, devede kulaktır ve her zaman azınlıkta kalmaya mahkûmdurlar. Buna karşılık belediye meclisleri büyük ölçüde esnaf, zanaatkâr gibi tutucu kesimlerin ve özellikle de son yıllarda yap-satçı küçük müteahhit gibi ya da taşeron gibi kişilerin kendi clientele’lerini, çevrelerini temsil ettikleri meclisler durumunda olmuştur. Mesela, sivil toplum temsilcilerinin belediye meclislerinde bugünkü yapısıyla Ankara Belediyesini biliyorum, Belediye Meclisini biliyorum, hiçbir temsilcisi yoktur. Örneğin, Mimarlar Odasının, bir Şehir Plancıları Odasının ya da bir TMMOB’nin ya da bir Tabipler Odasının hiçbir şekilde... SALONDAN- Onun sebebi şu olabilir mi? Politika yapamaması. AYDIN KÖYMEN- Politika yapamaması değil, partinin içindeki siyasi mekanizmalar zaten bunları eliyor. Orada genelde siyasete kimler egemense, genelde kimler tarafından siyaset oluşturuluyorsa bu belediye meclislerine de yansıyor. Aslında Türkiye’nin bir aynası, yani Türkiye’de siyasette 1950’den sonra hangi sınıfların daha etkin olduğunu, hangi grupların, hangi kesimlerin daha etkin olduğunu tespit ederseniz belediye meclislerinde de bunun yansımasını görürsünüz. Ama bu yansıma genelden daha da kötü bir yansımadır; onu da belirtmekte yarar var. Dolayısıyla, bu haliyle belediye meclisleri kenti, kentliyi kucaklamadığı gibi onu da hiçbir şekilde temsil etmemektedir. Bunun iki temel nedeni var. Birincisi, “belediyeler niçin yerel demokrasinin beşiği olamamışlar?” sorusuna verdiğimiz cevapta yatan bir olgu. Bir kere belediyeler bizde daima ikinci planda düşünülmüştür. Siyaset yapmak isteyen, politika üretmek isteyen, kentin, toplumun yönetimine katılmak isteyenler açısından bahsettiğim nedenlerden dolayı daima ikinci planda görülen bir kurum olmuşlardır. İkincisi de az önce söylediğim gibi özellikle son yıllarda siyasal partilerde politikanın üstünde yükseldiği grupların büyük ölçüde işte bu bahsettiğimiz yap-satçı, küçük müteahhit, esnaf ve saire gibi daha kalabalık gruplar tarafından oluşturulması ve bunların genelde merkezde temsil etme, yer alma umudu olmayanların belediye meclislerinin bir arpalık olarak görülmesi. Bunlar için de verilen pay partilerin kendi işleyişleri içinde işte belediye meclisleri olmuştur. Ancak Türkiye’de belediye yapısında günümüzde de köklü bir değişiklik olmamış olsa da 1973 sonrasında yeni bir belediyecilik anlayışının birdenbire doğduğunu görüyoruz. Bu da Türkiye’nin sürprizlerinden bir tanesi. 1973 sonrasında gerçekten hiç beklenmedik bir dönemde birdenbire son derece ilginç, yeni bir belediyecilik hareketinin, anlayışının doğuşuna tanık oluyoruz; bu üzerinde durulması gereken önemli bir olgu. İki nedenden dolayı önemli bir olgu; birinci neden, bu belediyecilik hareketini başlatanların son derece homojen bir kimliğe sahip olduğunu görüyorsunuz; o kimlik de sosyal demokrat kimliktir, ilginç bir şey. Yani Türkiye’de eğer bir belediyecilik hareketi, demokratik bir belediye söyleminden bugün bahsediliyorsa bunun altında homojen bir yapı yatıyor, o homojen yapının kimliği de sosyal demokrat olmak. Ancak bu hareketin sosyal demokratların tekelinde ortaya çıkmış olması hareketin sadece sosyal demokrat partilerle sınırlı kalması neticesini de doğurmamış; bu da son derece ilginç. Âdeta bir dalga gibi bütün diğer siyasi hareketleri de etkilemiş ve onların da belediyecilik anlayışında hakikaten son derece ciddi bir dönüşüme yol açmış ve böyle bir hareketin ortaya çıkmasıyla da ilk defa Türkiye’de sosyal demokrasinin, sosyal demokrat hareketin Batıdaki sosyal demokrat hareketle eklemlenmesi olgusunun ortaya çıktığını görüyoruz. O güne kadar Batıdaki sosyal demokrat hareketle Türkiye’deki sol, demokratik sosyalist hareket ve saire hiçbir irtibat içinde değillerdi. Ne zaman ki, bu belediyecilik hareketi ortaya çıktı, Batıdaki sosyal demokrat hareketle organik bir eklemlenme de birdenbire gündeme geldi ve pratiğe yansıdı. Bu akımın doğmasında yine iki temel etken var. Bunlardan birisi gerçekten de 1950’den sonra ve özellikle de 1960’tan sonra Türkiye toplumunun özlemlerinde ve yapısında son derece hızlı bir değişme olduğunu görüyoruz. İşte bu değişme böyle bir demokratik belediyecilik hareketini de doğurmuştur demek hiç de yanlış değil. İkincisi de 1973 seçimlerinde dönemin özel koşullarının bir sonucu olarak geçirilmiş olan 12 Mart dönemi ve hemen ertesinin yaratmış olduğu özel durumun bir sonucu olarak ilk defa Türkiye’de 1973 seçimlerinde büyük kentlerin belediye başkanlarının sosyal demokratlar tarafından kazanılmış olması da böyle bir hareketin doğmasında ve oluşmasında diğer temel etkeni oluşturuyor. İlk defa 1973 seçimlerinde biraz önce bahsettiğim gelenek yıkılmış oluyor. Artık merkezi iktidar başka partide ya da partilerde, yerel iktidarlar ise, yerel yönetimler ise ilk defa bir başka partide. Bu farklılaşma merkezi yönetimle yerel yönetimin bu siyasal farklılaşması da demokratik bir belediyecilik hareketinin oluşmasında son derece önemli diğer bir etken olarak rol oynuyor. Bu belediye başkanlarının o dönemde 1973’te baktığımız zaman hiçbir belediyecilik programı yok. Yani sizin programınız nedir, siz ne için seçildiniz, neyi söylediniz, ne ifade ediyorsunuz? Gerçekten kendileri de bilmiyorlar ve hiçbir programları da yok. Ama buna “toplumda oluşan bilginin birdenbire patlaması ve suyun üstüne çıkması” deyin, isterseniz başka birtakım tesadüflerin sonucu, yani yetenekli insanların tesadüfen belediye başkanı olması gibi durumların ortaya çıkması deyin, bu programı dahi olmayan belediye başkanları yaparak ve yaparken öğrenerek hemen sonrasında demin söylediğim Türkiye’deki ilk demokratik belediyecilik hareketinin önderleri durumuna gelmişlerdir. Programı olan, hedefleri olan, amaçları olan, tercihleri olan bir belediyecilik hareketinin ve merkezi yönetimle bağdaşmayacak talepleri de gündeme getiren ve dolayısıyla da Türkiye’deki idari yapının değişmesi gerektiği talebini de dillendiren bu hareketin liderleri konumuna gelmişlerdir. O dönemi düşünürseniz bunun altında bu sonuçları doğuracak bir tabanın olduğunu görürsünüz. 1973 yıllarında ilk defa Türkiye kentlerinin ezilen kesimleri, emekçiler, gecekonduda yaşayanlar, aydınlar, gençler belediyecilik hareketinin tabanını oluşturmuşlardır. Şöyle bir şey düşünün: Bu program nasıl ortaya çıktı ya da bu hareket nasıl bir program hareketi haline dönüştü? Bir belediye başkanı hedef kitlesi ve kendi tabanı, biraz önce söylediğim yoksul kesimler olduğu için onları çok iyi hatırlıyorum, sizler gazete kupürlerini karıştırma imkânına sahip olursanız görürsünüz. Tabanları bu olduğundan, temel gıdası da ekmek olduğu için “ekmeği belediye üretmelidir ve ucuza üretmelidir” demiştir ve böyle bir uygulama yapmıştır. Bir diğer kentin belediye başkanı, yine hedef kitlesine yönelik olarak demiştir ki; “toplu taşımı geliştirmemiz lazım. Tahsisli otobüs yolları yapmamız lazım. Raylı taşımacılığa önem vermemiz lazım.” Bir diğer kentin belediye başkanı “halkın en çok parasını götüren şey yakıttır. Dolayısıyla, biz ucuz yakıt -o zaman kömürdü- kömür temin etmeliyiz ve bunu halka uygun fiyatlarla dağıtmalıyız.” İşte bütün bu uygulamalar, ayrı ayrı uygulamalar bir araya getirilmiş ve sonunda demokratik bir belediyecilik programının temel taşlarını oluşturmuşlardır. Gerçekten de böyle bir işi, hele hele rakip bir siyasal partinin merkezi yönetimde olduğu bir ortamda yapmak da işin diğer ilginç tarafını oluşturuyor. Ama merkezi yönetimde rakip siyasal partinin bulunması aynı zamanda yine Türkiye’de ilk defa belediyecilik hareketini siyasal bir hareket haline dönüştürüyor ve siyasetin gündemine taşıyor. Çünkü artık belediyecilik hareketi sadece “canım üç tane otobüs işletiriz, bir yol yaparız” değil, varlığını güçlendirmek için merkezi otoriteyle çatışması gereken, mücadele etmesi gereken, bu yüzden de siyasi bir kimliği ön plana çıkarması gereken bir hareket haline dönüşüyor. Dolayısıyla da hem bir yandan siyasallaşıyor, hem de siyasal hareketlerin gündeminde başlıca sorunlardan, konulardan birisini oluşturuyor. 1977 seçimlerine gidilirken artık “işte bu 4 yıllık pratikle belirlenmiş yeni bir belediyecilik hareketi, hatta ideolojisi vardır” demek hiç de yanlış olmaz, hiç de abartı olmaz. Bu ideoloji içinde şu kavramların ön plana çıktığını görüyoruz: 1. Belediyeler demokratik olmalıdır, belediyeler halkın temsilcisi olarak toplumsal fonksiyonlarını yerine getirmelidir; birincisi bu. 2. Belediyeler üretici olmalıdır. 3. Belediyeler hizmetlerini daha iyi sunabilmek için kaynak yaratmalıdırlar. 4. Belediyeler yerel bir iktidar olabilmek için, bir iktidar odağı olabilmek için mutlaka; ama mutlaka kural koyabilmelidir. 5. Belediyeler bütün bunları yapabilmek için özerk olmalıdır ve belediyeler merkezi yönetime karşı bir yerel iktidar odağı olmalıdır. İşte bu kavramlar bu demokratik belediyecilik hareketinin ideolojisinin temel kavramları olarak 1977’de artık siyasal literatürde ve bu hareketin programı içinde yer almışlardır. Merkezi otoriteyle rakip olma, merkezi otoriteyle çakışma, merkezi otoriteyle sürtüşme ister istemez belediyeleri bir sivil toplum odağı haline de getirmiştir. Çünkü dayanacak başka güçleri yoktur; bunu sürdürebilmeleri için ve bunda kazanım elde edebilmeleri için tek bir dayanakları vardır, o da kentte yaşayan vatandaşlardır, kentteki hemşehrilerdir. Bir diğer ilginç sonucu daha belirteyim, sonra bir ara verelim. O da belediyecilik hareketinin kazanmış olduğu bu nitelikten dolayıdır ki, hareket partiler arasındaki geleneksel mücadele anlayışını da aşabilmiş. Aşabilmiş ve hangi partiden olursa olsun belediyelerin hareketi haline dönüşebilmiştir. Mesela, bunun ilk örneği Marmara Belediyeler Birliğidir. Marmara Belediyeler Birliği Marmara Bölgesi’nde bulunan, Marmara Denizi’ne kıyısı bulunan bütün illerin ve hatta o illerin ilçelerinin belediyelerinin yer aldığı bir birlik biçiminde oluşmuştur. Tabii ki bunların hepsi CHP’li değildi. Tabii ki bunların hepsi Adalet Partili değildi, çok çeşitli partilerdendiler ve bu belediyecilik hareketinin popülerleşmesi ve büyük bir hız kazanması sonucunda bütün belediyeler, belediye başkanları kendi kimliklerini ikinci plana atarak belediyecilik hareketinin aktörleri olmak için kolları sıvamışlardır. İşte bu birlikler, belediyeler arasındaki ikili, üçlü, mesela Bakırçay Belediyeler Birliği, Marmara Belediyeler Birliği, Çukurova Belediyeler Birliği biçimindeki örgütlenmelerin birdenbire ortaya çıkmasına ve bu örgütlenmelerin de temel karakterlerinin demokratik bir belediyecilik anlayışı olmasına yol açmıştır. İsterseniz 5 dakika ara verelim. Aslında bütün bunlara bir saat yetmeyecek; ama sığdırmaya çalışalım. ----&----
İKİNCİ BÖLÜM ----&---- AYDIN KÖYMEN- Acaba böyle demokratik bir belediyecilik hareketinin ivme kazanması ve yerel ölçekte giderek genişleyen bir toplumsal tabana yayılması karşısında merkezi yönetimin tavrı ne olur? Merkezi yönetimin tavrı hiç değişmedi. Aynı eskiden olduğu gibi yerel yönetimler üzerindeki vesayetinin hatalı ve baskıcı bir biçimde sürdürülmesinden ibaret oldu. Bu bir yandan demokratik belediyecilik hareketini daha da popüler ve giderek genişleyen bir kitlenin desteğine sahip hale getirdi. Getirdi; ama ne yazık ki merkezi yönetimin bu yaklaşımdan dolayı bu hareket Türkiye’deki idari sistemi ve yerel yönetim sistemini dönüştürücü bir sonucu hiçbir zaman başaramadı. Merkezi yönetimin elinde iki tane güçlü silah vardı. Bu silahlardan bir tanesi her ne kadar bu hareket toplumsal bir tabana kavuşmuş olsa da ideolojik olarak merkezi yönetim ideolojisinin hâlâ gücünü toplum bazında koruyor olmasıydı. İkincisi de bu ideolojinin koymuş olduğu bir yasal çerçeve vardı; bu yasal çerçeveyi kullanarak hareketi bu yasal çerçevenin içinde kalmaya mahkûm etme gibi bir uygulama gözlendi. Biraz önce demiştim ki; “bu hareket partiler arasındaki geleneksel mücadele anlayışını aşabilmiştir.” Ancak böyle olmasına rağmen demokratik belediyecilik anlayışının da dönüştürücü bir sonuç alınamaması, işte bu merkezi ideolojinin ve onun kıskançlıkla sahip çıktığı ve koruduğu yasal çerçevenin bir sonucudur. Nitekim, 1980 sonrasında Anavatan Partisi bu belediyecilik programının bütün unsurlarını programın içine sokmasına rağmen, programın içinde bütün bu unsurlara yer vermesine rağmen iktidara geldikten sonra çizdiği yeni yasal çerçevede bu dönüştürücülüğe olanak vermeyen bir yasal çerçeve olmuştur. ANAP iktidarı toplumsal gündeme kayıtsız kalamamış; ama yaptığı yeni yasal düzenlemeyle de bir yandan belediyelerin özerkleşmesini söylem olarak teşvik ederken, öte yandan da fiilen giderek merkezileşen ilişkileri kurumsallaştıracak bir zemin oluşturmuştur. Mesela, yasal düzenlemede görünüşte belediyeler kaynak yaratma ve imar konularında yetkilerle donatılmıştır. Metropoliten alanlarda büyükşehir ve ilçe belediyeleri kurulmuştur. Böylece belediyelerin özerkleşmesi ve daha etkin hizmet verebilecekleri hizmet alanlarına kavuşması sağlanmıştır ve bu ademi merkeziyetçilik yolunda da bir adım olarak tanımlanmıştır. Fakat bu yetkilerin kullanımında kıskançlıkla ve bilinçli olarak yapılmayan şey belde halkının katılımına ve denetimine kesinlikle hiçbir şekilde olanak sağlayan bir mekanizmanın getirilmemiş olmasıdır. Belediye meclisleri de eski yasaya oranla daha güçsüz konuma itilmişler, buna karşılık belediye başkanları eski yasaya oranla çok daha fazla yetkilerle donatılmışlardır; ama bunun sonucunda ortaya şöyle bir durum çıkmıştır: Gücü olmayan bir belediye meclisine sahip bir belediye başkanı. Toplumun, hemşehrilerin, kentte yaşayanların katılımından yoksun, denetiminden yoksun bir belediye başkanı. Yani yapayalnız bir belediye başkanı. Ne yapacaksa belediye başkanı yapacaktır. Peki nasıl yapacaktır? Nereye dayanacaktır? Hangi güce sırtını dayayacaktır? Sırtlarını dayadıkları güç kendi partilerinin merkezi yönetimleri olmuştur. Kendi partilerinin merkezi yönetimleriyle iyi geçindikleri takdirde, onların dümen suyunda gittikleri takdirde belediyeler birtakım imkânlara kavuşturulmuşlardır; ama bu desteği kaybettikleri zaman da hiçbir şey yapamayan belediye başkanları örnekleriyle karşı karşıya gelinmiştir. Nitekim, Özal iktidarının ikinci döneminde yapılan yerel yönetim seçimlerinde son derece ilginç posterler, afişler ve söylemler ortaya çıkmıştır. “Eğer belediyenden hizmet bekliyorsan ANAP’a oy ver.” Bu aslında gerçeğin ifadesiydi. Eğer belediye başkanı kendi partisinin merkez yönetimine dayanmazsa ve o parti iktidardaysa bu getirilen yasal çerçevede başka hiçbir güce sahip olamamakta ve hizmet üretememektedir. Sonuç olarak Türkiye’de yazılı normlara dayanarak değil, doğrudan doğruya somut toplumsal birikimlere ve konjonktürel rastlantılara dayanarak siyasileşen demokratik belediyecilik akımının bugünkü sorunu da tıpkı o dönemde olduğu gibi antidemokratik ve merkeziyetçi üsluba karşı katılımcı, demokratik bir modeli yaratabilme sorunudur. Peki bunu nasıl kavramlaştıracağız? Yani katılımcı ve demokratik bir belediye modeli, yerel yönetim modeli ne demektir? Burada hemen aklımıza “yerel demokrasi” diye bir kavram geliyor. Ancak ne yazıktır ki, Türkiye’de böyle bir modeli yaratmada bu kavram, yani yerel demokrasi kavramını kullanmak pek fazla mümkün değil. Çok pırıltılı, son derece demokratik çağrışımlar yapan bir kavram olmasına rağmen eğer yerel demokrasi diye bir kavram üzerine inşa ederseniz belediyecilik hareketini bu konjonktürde ve bu yasal çerçevede bu kavramın hiçbir işlevi olmadığını, hiçbir şekilde işe yaramayacağını hemen görürsünüz; neden? Çünkü yerel demokrasinin gerçekleşebilmesi her şeyden önce tam anlamıyla bir yerel iktidarın varolmasını gerektirir. Bildiğimiz yasa koyma yetkisine sahip olan, kaynak yaratma yetkisine sahip olan ve kendi eylemlerinden, kendi fonksiyonlarından hiçbir şekilde taviz vermeyen, bunları merkezi yönetimle paylaşmayan bir yerel iktidar oluşturmamız lazım. Bu olmadığı takdirde merkezi iktidar yanında ya da merkezi iktidar altında yerel iktidar odaklarına izin verilmediği takdirde yerel demokrasi kavramı kanatlarından yoksun bir kuş haline gelmeye mahkûmdur. Yerel iktidarın varolabileceği tek yönetim biçimi ademi merkeziyetçi bir idare sistemidir. Eğer sisteminizi ademi merkeziyetçi bir idari sisteme dönüştürürseniz o zaman yerel iktidar ve dolayısıyla da yerel demokrasi pratiğe geçirilebilir. Oysa Türkiye gibi koyu merkeziyetçi idare sistemleriyle yönetilen ülkelerde yerel demokrasinin hangi iktidar ilişkilerinin düzenleyicisi olduğunu eğer ademi merkeziyetçi bir sistem yoksa izah etmek hiçbir şekilde mümkün olamaz. Kısaca şunu söyleyebiliriz: Bugün Türkiye’nin tümünü kapsayan ne kadar demokratikse aynı sistem ulusal düzeyde olduğu kadar yerel düzeyde de geçerlidir. Merkezi düzeyde ne kadar demokratik bir sistemimiz varsa yerel düzeyde de ancak o kadar, hatta ondan daha az bir demokratik sisteme sahibiz. Öyleyse acaba böyle bir hareketin kullanabileceği bir başka kavram bulunabilir mi? Bu zorluğu aşabilecek, bu ademi merkeziyetçi sistemi olmazsa olmaz koşul olmaktan çıkartacak sistemin ademi merkeziyetçi bir sisteme dönüşümüne bağlanan umutlar yerine daha pratik bir kavramımız, bir aracımız olabilir mi? Bence bunu düşünmekte yarar var ve bunu düşündüğümüz zaman da karşımıza bu bağlamda ileri sürülebilecek tek geçerli önermenin demokrasiyi yerelleştirmek yerine yerel yönetimleri demokratikleştirmek olduğunu görmek mümkündür diye düşünüyorum. Yerel yönetimlerin demokratikleşmesi temsil tabanının genişlemesine, yönetimin yerel halkın katılımına açılmasına, halka yakın bir yönetim üslubunun benimsenmesine ve yatay ilişkilere girilmesine bağlıdır. Bunlar kesinlikle yasalarla belirlenebilecek ve engellenecek şeyler değildir. Eğer böyle bir siyasi iradeniz varsa, bir siyasi partinin böyle bir iradesi varsa pekala yasal değişiklikler olmadan da, sistemi dönüştürmeden de temsil tabanının genişlemesini, yönetimin yerel halkın katılımına açılmasını, halka yakın bir yönetim üslubunun benimsenmesini, hemşehrilerle yatay ilişkilere girilmesini sağlayabilmek pekala mümkündür diye düşünüyorum. Bu bir siyasi tercihtir ve bence el yordamıyla yine bazı belediye başkanlarının inisiyatifiyle kısıtlı olarak denenmesinin dışında bugün hiçbir siyasal partinin programında yerel yönetimin demokratikleştirilmesi diye bir madde başlığına ve bir programa rastlayamazsınız. Burada şöyle bir farklılık var: Yerel demokrasi, merkezi yasama meclisinin, yani Türkiye Büyük Millet Meclisinin yapacağı yasal düzenlemelerin konusudur. Ama belediye yönetiminin demokratikleştirilmesiyse bana göre partinin iç organlarında gerçekleştirilecek olan bir program ve tüzük sorunudur ve böyle bir program ve böyle bir tüzüğü uygulamanın önünde hiçbir yasal engel mevcut değildir. Bunun sağlanabilmesi için önümüze bir başka kategori çıkıyor. O da demokratik, etkin ve halka dönük bir yerel yönetim anlayışını inandırıcı kılabilmek için parti hukukunu oluşturmak. Herhalde şu yargıma katılırsınız: Türkiye’de 1990’lardan bu yana politikacılar halka karşı güvenilirliklerini büyük ölçüde yitirdiler. Nitekim yaşananlar da bunun bir kanıtı. Politik sınıf tümüyle bir güven bunalımı yaşıyor. Bu yüzden de her seçimde çok radikal gibi gözüken birtakım sonuçlarla karşılaşıyoruz. Bir bakıyorsunuz birdenbire yüzde 1’lerde, hatta o döneme kadar, seçime dahi girememiş partiler seçimde büyük bir oy patlaması yapıyorlar. Aradan 3 yıl geçiyor. Bu büyük oy patlamasını gerçekleştiren parti birdenbire iktidardan düşüyor, yepyeni bir parti, o güne kadar sınanmamış bir parti, temel özelliği bu, bir oy patlaması yaparak tekrar iktidara geliyor. Bunun nedeni işte politik sınıfa olan güvenin ortadan kalkmış olması, bundan dolayı da o güne kadar politikada etkin olmayanların bunu bir avantaj olarak kullanarak toplumun gözünde “yahu bunlar hiç denenmedi, bunlar hiç politika da yapmadı, bir de bunları görelim” gibi bir davranışa neden oluyor ve sonuçta da bu tür ilginç seçim sonuçlarıyla karşılaşılıyor. Nitekim bir sürü araştırma vakfının yapmış olduğu toplumsal siyasal araştırmalarda çok açık olarak ortaya çıkmıştır. Ben TÜSES Vakfının da Yönetim Kurulu Üyesiydim ve benim dönemimde başlayan ve ondan sonra her yıl yapılması sürdürülen toplumun sosyal ve siyasal tercihlerini ortaya çıkarıcı araştırmalar, anketler yapıyorduk. Orada sorduğumuz sorular arasında “toplumun en güvenilmeyen kategorisi sizce nedir?” gibi bir soru vardı. Her zaman başta, birinci sırada çıkan sonuç politikacılar olmuştur. En güvenilmeyen kategori olarak halk her zaman politikacıları belirtmiştir. Dolayısıyla, galiba Türkiye’de cidden siyaset yapmaya soyunanların ve siyaset yapanların her şeyden önce bu güvenilirliği kılacak adımlar atmak gibi bir sorunsallarının bulunduğunu kabul etmeleri gerekir ve bu adımlar öyle adımlar olmalıdır ki, sonuçta politikacıyı da kayıt altına alabilsin. Politikanın doğasında varolan oportünizmi ve popülist eğilimleri kısıtlayabilsin. Ancak bu gerçekleştirilebildiği takdirde siyasal düşünce ve siyasal parti ön plana çıkabilir. Bunu yapmadığınız takdirde tek tek kişiler ortaya çıkar, ön plana bunlar çıkar ve âdeta siyasal partileri olmayan bir siyasal manzarayla karşılaşırız. Aktörler bireylerdir, siyasal partiler değildir. Dolayısıyla, düşünceler değildir. Dolayısıyla, ideolojiler değildir, dolayısıyla programlar değildir. Sadece ve sadece bir ya da iki aktöre bağlı bir siyasal yaşam. Bugün Türkiye’nin yaşadığı siyasal bunalımın altında yatan bana göre budur ve bu değişmediği sürece de siyasal partilere olan, siyasal partilerin programları olan ve siyasal düşüncenin ön plana çıktığı bir siyasi tabloyla karşılaşmamız mümkün değildir. Ama bu tabloyla karşılaşmadığımız, bu tabloyu oluşturamadığımız takdirde de politikacıların saygınlık kazanabilmesi hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. İşte bu saygınlık bana göre büyük ölçüde parti hukukuyla, yani partinin tüzük, yönetmelik ve programıyla sağlanabilir. İşte böyle bir anlayış benimsendiği takdirde o zaman karşımıza ana tüzük ya da ona eşdeğerde başka yönetmelikler içinde demokratik bir yerel yönetim ve belediye anlayışını parti hukukuna dönüştürecek bir düzenleme de pekala yapılabilir ve bana göre bu düzenlemenin demin söylediğim bağlamda, yani belediyeleri demokratikleştirme bağlamında ana hatları şu şekilde sıralanabilir: 1. Parti belediye başkan adaylığı için siyasal düşünceye bağlılık. Siyasal temsil yeterliliği yanında mutlaka başka nitelikler de aramalıdır. Belediye yönetimi için gerekli teknokratik özellikler ve bilgilere yöneticilik deneyimine sahip olma, kent yönetimini ilgilendiren sektörlerde kâr amaçlı uğraşlar ve ilişkiler içinde bulunmama gibi kriterler de en az belediye başkanlığı için öngörülecek kriterlerde siyasal genel kriterler kadar ağırlık taşımalıdır. 2. Belediye meclisi aday listelerinde kentteki toplum kesimlerinin tümünün temsil edilmelerini titizlikle gözetecek meslek odaları, barolar, sendikalar ve derneklerin temsilcileri için de ayrı bir kontenjan ayıran bir düzenleme yapılmalıdır. 3. Parti yerel yönetimlere ilişkin politikalarında mutlaka ama mutlaka, özellikle sosyal demokrat partiler açısından bu son derece önemli, liberal partiler açısından da bu son derece önemli. Avrupa kentsel belgesi ve Avrupa kentsel haklar bildirgesine uymayı taahhüt etmelidir. 4. Partili belediye yönetimlerinin yaşam kalitesi yüksek, insanca yaşanır bir kent hedefine ulaşabilmek için temel araç olarak etkin ve katılıma açık, stratejik planlamayı kullanmaları ve kentin dönüşümünü, gelişimini ciddi bir planlama disiplini altına almaları mutlaka şart koşulmalıdır. 5. Katılım ve halka dönüklük mekanizmaları ve buna ilişkin kurumlaşmalar tek tek sayılarak, ombudsmansa ombudsman, mahalle muhtarlarıyla ilişkiyse mahalle muhtarlarıyla ilişki, referandumsa referandum, kent kurultayıysa kent kurultayı, tek tek bunlar bu yönetmelikte sayılmalı ve partili belediye yönetimleri bu mekanizmaları işletmek ve bu kurumları oluşturmakta sorumlu tutulmalıdır. 6. Partili belediye yöneticileri, yönetmelikte yer alan görev ve sorumluluklarını yerine getirmedikleri takdirde parti suçu işlemiş olarak kabul edilmelidir. Eğer parti hukukunda bu ve buna benzer kriterlere yer verirseniz o zaman hem parti olarak bu alanda bir inandırıcılığa kavuşursunuz, hem de sizin partinizin başkan seçileceği belediyelerde demokratikleşmeyi sağlayacak bir mekanizmayı harekete geçirmek imkânına kavuşursunuz. Ama bugün bakın, hiçbir partinin programında belediye başkanları ve belediye yönetimleri için bir kriter yer almamaktadır ve belediye başkanları ve belediye yönetimlerini bağlayan genel politika başlıkları bile yer almamaktadır. Dolayısıyla da böyle bir belediye yaklaşımı olan partilerin yerel yönetimleri demokratikleştirmek gibi bir işlevi yerine getirmeleri mümkün olmamaktadır. Şüphesiz kavramın en yüce biçimi, kuramın en yüce biçimi, teorinin en yüce biçimi eylemdir. Ama kuramsız ve kuralsız bir eylem yozlaşmaya mahkûmdur ve nitekim de yozlaşmıştır, pratik içerisinde yozlaşmıştır. Demokratik, etkin ve halka dönük bir belediyecilik anlayışını yozlaşma tehlikesinden kurtarmanın ve inandırıcı kılmanın yolu ise, işte bu anlayışın kuram ve kurallarını bir parti hukuku belgesine dönüştürmekten, bağlamaktan geçer diye düşünüyorum. Tabii ki bu tartışmaya açıktır. Aslında diğer konuşmacılar da bunlara belki değinecekler; ama hiç olmazsa ana başlıklar olarak, bir kısmını da biraz detaylandırarak acaba demokratik ve katılımcı bir belediye için elimizde ne tür mekanizmalar vardır? Ne tür ilişkiler biçimi, ne tür kurumlar gerekir ki demokratik ve katılımcı bir belediyeciliği hayata geçirebilelim? Bunların başında mahalle muhtarları ve mahalle muhtarlarıyla ilişki geliyor. Bakın, bugün Türkiye’de İçişleri Bakanlığının yaptığı bir araştırmaya göre merkezi yönetimin muhtarlara verdiği görevlerin sayısı 143 adet, çoğumuzun da “muhtar, işte canım sadece ilmühaber verir” falan gibi değerlendirdiği mahalle muhtarının görev sayısı 143, mahalle muhtarının 143 adet görevi var. Ancak bu görevler arasında tahmin edeceğiniz gibi kanunen belirlenmiş, belediyelerle ilgili hiçbir görev söz konusu değildir. Bizim idare sistemimiz muhtarları sadece ve sadece merkezi yönetimin ajanları olarak görmektedir. Onun bir koludur, onun bir ajanıdır, onun işlerini yerine getirmekle yükümlüdür. Ne var ki, eğer biraz kentle ilgiliyseniz, çevrenizle biraz ilgiliyseniz şu olguyla sık sık karşılaşırsınız, hele muhtarsanız mutlaka her gün karşılaşırsınız, o olgu da şu: Gelinen noktada halkın yerel yönetimlere çok büyük çapta yeni işlevler yüklemesine paralel olarak, düşünce olarak yerel yönetimlere çok büyük işlevler yüklemesine paralel olarak mahalle muhtarları da benzeri bir baskı altında kalmaktadırlar ve bir değişime uğramaktadırlar. Hele varoşları göz önüne aldığınız zaman görürsünüz ki, yol, kanalizasyon ve saire gibi teknik altyapı sorunları dahil olmak üzere mahalleli ilk önce bunlar için muhtara başvurmaktadır ve demektedir ki; “Git, söyle, belediye başkanıyla görüş, talep et, buraya hizmet getir, bak burada şu yok.” O muhtar da bir inisiyatif kullanmak istiyorsa ve mahalleliyle de birebir ilişki içindeyse bu tür bir görevi yapmakla kendisini yükümlü görmektedir. Nitekim, dönem dönem Türkiye’nin kentlerindeki bazı mahallerde, bazı bölgelerde muhtarlar ve belediye başkanları muhtarlık sistemini belediyelerin işbirliği yaptıkları bir organ haline getirmişlerdir ve bunu yapabilen belediye başkanları gerçekten son derece başarılı sonuçlar almışlardır. Ancak bu ilişkiler tabii ki, yasallaşmış ilişkiler değildir, informel ilişkilerdir. Ama bir yandan belediye başkanlarının muhtarlarla işbirliği yapmak fiilen kendine yükledikleri bir görevdir. Bir yandan da muhtarların kendi kendilerine üstlendikleri bir görevdir. Dolayısıyla, ortada bir olgu var. İşte demokratik ve katılımcı mekanizmalardan bir tanesi bu muhtarlarla kurulacak olan ilişkileri içerir. Bence muhtarlık mutlaka katılımda bir ilk kademe olarak düşünülmelidir ve belediyeyle muhtarlar arasındaki ilişkiler yine parti hukukuyla ve belediyenin kendi programıyla bir sistematiğe kavuşturulmalıdır. Bunun için ne gerekli? Sistemli bir ilişki her şeyden önce bir altyapıyı gerektiriyor. Muhtarlar için telefon ve bilgisayarla donanmış çalışma mekânları, belediyede her zaman ulaşabilecekleri bir başvuru mercii. Her zaman belediye başkanına ulaşamazsınız; ama belediyedeki herhangi bir düzeyde bir görevliye ya da bir daireye, bir müdürlüğe bu görevi tanıyabilirsiniz, bunu engelleyen hiçbir şey yoktur. Gerektiği zaman belediyenin araç ve gereçlerini mahallenin günlük işlerinde kullanabilecek bir ilişki biçiminde muhtarı bir baş görevli olarak görmek ve muhtarın bunlardan yararlanmasını sağlayacak bir iletişimi kurabilmek; bence bu altyapının temel unsurlarıdır ve belediyelerce de gerçekleştirilmesi hiç de zor değildir. Bunun için de işte belediye başkanları, örneğin muhtarlarla üç ayda bir periyodik toplantılar yaparak ve yıl sonlarında da bir genel değerlendirme toplantısı yaparak böyle bir altyapıyla desteklenen bu ilişkiler sistemini demokratik açıdan son derece önemli bir katılım mekanizması haline getirebilirler. Ama dediğim gibi bu uygulama zaman zaman teşebbüs edilse de genel olarak kabul gören bir uygulama olmamıştır. İkinci kademe olarak ben muhtarın da durumunu güçlendirecek ve muhtarı da bir demokratik güç haline getirecek bir diğer kurulu öneriyorum; o da mahalle kurulu. Eğer muhtarların altında ve muhtarların organizasyonunda herkesin katılabileceği bir mahalle kurulu oluşturulabilirse; ama herkesin katıldıktan sonra belli görevler ve sorumluluklarla donatılacağı, verileceği bir mahalle kurulu oluşturulabilirse ve bu mahalle kurulu için örneğin belediye toplantı imkânları yaratabilirse ve mahalle kurullarının toplantılarına belediye başkanı katılma lütfunda bulunursa inanın ki, mahalle kurulları son derece büyük ilgi toplayabilecek bir katılım mekanizması haline dönüşebilir. Bunu ilk söyleyince deniliyor ki; “canım kim gelir oraya?” Tabii gelmez, yani siz bırakın mahalle kurulunun toplantısına, muhtarın mekânına belediye başkanı olarak bir kere ziyarette bulunmamışsanız, tabii ki mahalle kurulu hiçbir ilgi görmez. Ama siz inatla ve ısrarla böyle bir uygulama başlattıktan sonra mahalle kurulu toplantısına katılırsanız hemşehrilerin ancak tesadüfen görebildikleri belediye başkanını bu mahalle kurulunda tamamen karşılarında yüz yüze görüşme imkânı yapma halinde görmeleri halinde mahalle kurulları çok büyük rağbet görebilir ve önemli bir demokratik katılım mekanizması haline dönüşebilir ve ölçek olarak da mahalle kurulları doğrudan demokrasi açısından son derece uygun bir ölçektir. Çünkü mahalle dediğimiz şey bugün Ankara’ya baktığınızda ya bir konut bloklarından oluşan bir alandan ya da daha küçük konut bloğundan oluşan bir alandan meydana gelmektedir. Dolayısıyla, eğer böyle bir kurul oluşturursanız “ölçek olarak kim gelir, nasıl toplanır da bunlar nasıl katılırlar?” gibi bir ölçek sorunu hiçbir zaman yaşamazsınız. Aynı şekilde bir diğer katılım mekanizması da daha bir üst ölçekte olmak üzere yurttaş danışma kurulları biçiminde tanımlanabilir. Dünyanın birçok ülkesindeki belediyede bu uygulanıyor ve yurttaş danışma kurulları yerel topluluğu doğrudan etkileyen konularda onları bilgilendirmek ve kendi seslerini duyurabilmelerini, çıkarlarını savunabilmelerini sağlamak üzere topluluk düzeyinde uygun bir yapı geliştirme amacıyla ortaya çıkıyor ve uygulanıyor. Yurttaş danışma kurullarının denetimi, yani yerel yönetim üzerindeki denetimi ve katılımı sağlama amaçlarını gerçekleştirmenin yanında uygulandığı yerlerde aslında çok daha önemli ya da en az bunun kadar önemli bir fonksiyonu da var. O da sizin belediye çatısı altında toplamanıza imkân olmayan bilgi birikimine ulaşmanıza imkân sağlıyor. Bu yurttaş danışma kurulları çok çeşitli düzeylerde düşünülebilir. Yani örneğin, üniversite öğretim üyelerinden oluşan bir yurttaş danışma kurulu, eğer belediyenin bir sağlık programı varsa, yine tıp alanındaki akademisyenlerden ve tabiplerden, hastane yöneticilerinden, baştabiplerinden oluşan bir yurttaş danışma kurulu, eğer bir kültürel program söz konusuysa kentteki kültür odaklarında yer alan ya da onları temsil eden kişilerden oluşan bir yurttaş danışma kurulu. İşte bütün bunlar size hem bu ayrı işlevsel kategorilerin size katılmasını ve sizi denetlemesini sağlarken aynı zamanda da belediyeye, yerel yönetime oralardaki bilgilere ulaşma imkânını sağlar. Bu da bence son derece önemli bir katılım mekanizması olarak mutlaka programda yer alması gereken bir mekanizmadır. Mesela, benim ilk aklıma gelen kentlerde gördüğüm, yaşadığım olaylarla ilgili olarak ya da olanlarla ilgili olarak mutlaka ama mutlaka bir kentsel planlama alanında bir yurttaş danışma kurulu oluşmalıdır. Bu niye gerekli biliyor musun? Ne yaparsanız yapın belediyede nitelikli, üst düzeyde bu yasal çerçeve içerisinde kent plancısı, mimar, mühendis çalıştırmanız pek fazla mümkün değil. Çünkü ücretler son derece düşük, çalışma şartları son derece iptidai. O zaman işte biraz önce söylediğim gibi madem siz bunları sürekli olarak istihdam edemiyorsunuz, o zaman o bilgiyi onların ayağına giderek ve onlardan bir kurul oluşturarak ulaşmanız pekala mümkündür. Ne şükür ki, hâlâ Türkiye kentlerinde böyle bir görevi gönüllü olarak yapmaya talip olabilecek çok değerli meslek sahipleri mevcuttur diye düşünüyorum. Çevre alanında bir danışma kurulu oluşturulabilir. Bir trafik ulaşım alanında danışma kurulu oluşturulabilir. Kültür sanat alanında danışma kurulu oluşturulabilir. Eğitim alanında danışma kurulu oluşturulabilir ve spor alanında danışma kurulu oluşturulabilir ve bunları yaptığınız takdirde inanın son derece zorlukla da olsa bu kurulları çalışır hale getirdiğiniz takdirde bugün belediyelerin kültür adına, kentsel planlama adına sundukları hizmetlerden çok daha üst düzey hizmetlerini birdenbire bir sıçrama halinde uygular ve yapar hale geldiklerini görebilirsiniz. Bir diğer katılım mekanizmasını da sosyal grup platformları diye kavramlaştırmamız mümkün. Kentsel yaşam sadece mesleklerden oluşmuyor, meslek sahiplerinden ve kategorilerinden oluşmuyor. Kentsel yaşam ayrıca sınıflardan, zümrelerden ve gruplardan oluşuyor. İşçiler var, burjuvalar var, bunun yanında yeni yeni Türkiye’de kentlerde ortaya çıkan, ağırlıklarını hissettiren başka gruplar var; kim bunlar? Kadınlar var, gençler var, çocuklar var, özürlüler var. Bunların hepsi bir sosyal grup. Dolayısıyla, bunların hepsinin problematiği ve çıkarları da birbirinden farklı. Eğer bu gruplara mahsus sosyal grup platformları oluşturabilirseniz bütün bu gruplar arasında bir yandan iletişim sağlarsınız, hem de onların taleplerine, onların duyarlılıklarına daha fazla vakıf olarak onlar için programlar oluşturmak imkânına sahip olursunuz ve aynı zamanda da onlar tarafından da denetlenme ve onların katılımını sağlayan bir belediye yönetimine ulaşma imkânına kavuşursunuz. Bir diğer katılım mekanizması kent kurultayları. Ben Türkiye’de bu uygulamayı belediye adına ilk kez yapan kişiyim. 1989-1994 yılları arasındaki 5 yıllık dönemde Murat Karayalçın Belediyesinde -hatırlayanlarınız olabilir- 3 kez kent kurultayı yapılmıştır. Bu çok önemli bir şey, şu açıdan önemli bir şey: Biz 5 kez düşünüyorduk; ama ancak 3 kez yapabildik. Ama ilk kez bir rutine oturmuştu. Yani bir kere yapıp bırakmadık, bunu 3 kez yaptık. Bence kent kurultayı veya orijinal adıyla kent meclisi diyebileceğimiz böyle bir uygulama son derece önemlidir ve bunun kaynakları da başta söylediğim gibi Yunan kent devletlerindeki doğrudan demokrasi uygulamasından kaynaklanmaktadır. Bugün İngiltere’de, Amerika Birleşik Devletleri’nde, İsviçre kantonlarında ve belki size çok şaşırtıcı gelecek; ama kent kurultayları ya da kent meclisleri Hindistan’da son derece yaygın ve popüler bir uygulama biçimidir, bir katılım ve demokratik katılım mekanizmasıdır. Buyurun. SALONDAN- Bir soru sorabilir miyim? Belediye meclisleri, kent kurultaylarını karşılayamaz mı? AYDIN KÖYMEN- Hayır, mevcut yasayla karşılayamaz. Bakın, bir kabulden harekete çıktık. Yasal çerçeveye dönüştüremiyoruz. Onun üzerine dedik ki; “madem yasal çerçeveye dönüştüremiyoruz, acaba buna bir alternatif getirerek belediyeleri dönüştürebilir miyiz? Belediyeleri dönüştürmek için kullandığımız kavram da belediyelerin demokratikleştirilmesi. İşte bu çerçevede kent kurultayı mutlaka vardır ve hiçbir zaman belediye meclisi kent kurultayının yerini dolduramaz ve aynı işlevi göremez. Ama yasayı dönüştürürseniz, değiştirirseniz, belediye meclisini demin bahsettiğimiz sakıncalardan arındıracak ve daha geniş katılımı sağlayacak bir düzenleme getirirseniz zaten o zaman kendiliğinden böyle bir kent kurultayı ihtiyacı ortadan kalkar. Tabii bu uygulamanın çok problemleri var. Ama ona girmeyeceğim. Size dağıtacağım metinde benim bizzat yaşadığım problemler var. Kent kurultayı uygulaması aşılması kimi zaman zor ya da kimi zaman çok büyük emek gerektiren problemler yaratıyor. Bir kere bir ölçek sorunu uygulaması ortaya çıkıyor. Ankara gibi bir kent düşünün, 3 milyon insan yaşıyor, acaba bir kent kurultayını nasıl oluşturacaksınız? Sadece sivil toplum temsilcilerinden mi oluşturacaksınız? Yoksa doğrudan birey olarak vatandaşların katılmasına da açacak mısınız? Buna açtığınız takdirde 10 bin kişi oraya gelirse 10 bin kişiyle böyle bir çalışma nasıl yapılabilir? Bunun yaratacağı sorunlar, ayrıca acaba bu katılımın yaratacağı deformasyonu önlemeniz mümkün mü? “Ben delegeyim” diye çıkıp “benim oğluma iş bul, karımı işe al, şunu şöyle yap, bunu böyle yap” gibi bireysel taleplerle bütün programı doldurmak gibi bir sakıncadan nasıl kurtulabilirsiniz? Kent kurultayını siyasi şov yeri olmaktan nasıl çıkarabilirsiniz? Kent kurultayını başkanın şovu olmaktan nasıl çıkartabilirsiniz? Bunun gibi bir sürü pratik sorunu var; ama burada buna girmeye vaktim yok. Ama size dağıtacağım metinde bütün bunları yaşamış bir kimse olarak bu sorunlara aşağı yukarı değiniliyor ve bazı çözüm önerileri de yer alıyor. Bir diğer katılım mekanizmasını da proje demokrasi olarak kavramlaştırmamız mümkün, şöyle: Çevre, yol, sağlık, konut gibi yerel projelerin ilgili yerel topluluk üyelerinin bu projelerin planlama ve uygulamalarına katkıda bulunabilmeleri durumunda son derece yerinde ve etkin bir programın oluşmasına imkân sağlayan bir uygulama proje demokrasisi. Ama bunu sadece planlama safhasında değil, planlama, uygulama ve değerlendirme safhalarını da içerecek bir biçimde oluşturmak lazım ve değişik ölçeklerde, düzeylerde bu ölçeklerin düzeylerin niteliklerine göre katılımı sağlayabilecek bir mekanizma olarak kullanmak lazım. Tabii bunun da birtakım problemleri var. Ama yine size dağıtacağım metinde bu problemleri nasıl aşabileceğimiz gibi birtakım öneriler yer alıyor. Bir diğer mekanizma ombudsman, onu bırakıyorum, hiç girmiyorum. Referandum bir diğer önemli mekanizma. Referandumun aslında çok önemli yararları var. Bir yerel yönetime katılım olanaklarını çok büyük ölçüde genişleten bir uygulama referandum. Ayrıca yurttaş sorumluluğu konusunda genel seçimlerde oy kullanmanın ötesinde yurttaşın önüne seçim yapabileceği, tercih yapabileceği yeni bir alan açmak açısından son derece önemli. Referandum yurttaşlarla tartışma için uygun bir kamusal forum fonksiyonuna sahip ve yine referandumun son derece önemli bir fonksiyonu; bazı özel çıkar çevrelerinin, kent içinde mafyalaşmış çevrelerin yerel yönetim etkileri üstünde kurabilecekleri muhtemel baskıları belirli ölçüde ortadan kaldırabilecek bir yöntem. Eğer doğru kullanırsanız o zaman bu baskılardan yerel yönetimi kurtarmak ve bir daha bu baskılara tevessül edilmemesi gibi bir sonuca ulaşmanıza imkân tanıyan bir uygulama. Ayrıca yine referandum çok tartışmalı ya da üzerinde anlaşılmasında çok güçlük çekilen konuların daha kolay gündeme getirilebilmesi ve çözülmesinde de önemli bir katılım mekanizması diye düşünüyorum. Ama bakın, referandum yapmada çok değişik teknikler ve biçimler var. Eğer referandumu bir evet-hayır haline dönüştürürseniz referandumdan yarar sağlamak yerine çok büyük zararlarla karşılaşmanız ve referandum mekanizmasının yozlaşmasına neden olmanız mümkün. Onun için Batı demokrasilerinde kentlerde belediyelerin yaptığı referandumlar büyük ölçüde çok seçenekleri taşıyan bir seçim biçiminde yapılıyor. Yani “Boğaz Köprüsünü yapalım mı, yapmayalım mı?” Hayır, değil. “Dördüncü Boğaz Köprüsünü yapalım mı, yapmayalım mı? Evet mi, hayır mı?” Hayır, değil. Birinci seçenek, bir kere uzun bir girişi var. İstanbul’un ulaşım sorunu nedir? Bu ulaşım sorunu iki yaka arasında ulaşımı sağlamak açısından nasıl bir önem taşıyor? Bütün bunlar anlatılabilir. Ardında da birinci çözüm bir yeni köprü yapmak. Bu yeni köprünün maliyetini, halka yükleyeceği sıkıntıları ve sonradan ortaya çıkarabileceği muhtemel sorunları ve getireceği çözümleri anlatmak. İkinci alternatif denizin altından tüp geçit; bu nedir, bunun maliyeti nedir, bunun yükleyeceği maddi ve manevi sıkıntılar neler olacaktır, neyi nasıl çözecektir? Üçüncü bir alternatif, belediye deniz işletmeciliğini ele almalıdır; bunları atıyorum, aklıma gelen şeyler. Deniz ulaşımı yoluyla bu sorun şu şekilde çözülebilir: Bunun yükleyeceği şeyle bu şekilde seçenekler sunarak ve anlatarak bir referandumun çok büyük bir yararı olur. Ama evet-hayır biçimindeki bir referandum son derece sakıncalı sonuçlar yaratacaktır ve büyük kutuplaşmalara yol açacaktır ve sonuçta da referandum mekanizmasını yozlaştıracaktır. Benim sizlere söyleyeceklerim bunlar. Bunun dışında mesela gönüllü hizmet girişimlerinin ve kuruluşlarının desteklenmesi de aslında önemli bir demokratik katılım mekanizması. Mesela, Ankara’da bir zamanlar bir problem yaşanıldı. Kentin bilinen sınırlarının dışında biliyorsunuz birtakım uydu kentler oluştu. Fakat belediyenin imkânları bu kentlere ulaşımı, merkezle bu kentlerin ulaşımını, yerleşme birimlerinin ulaşımını sağlamakta yetersiz kaldı. Bunun üzerine çok ilginç birtakım girişimler oldu. Orada yaşayan hemşehriler kendi aralarında örgütlendiler. Bir özel ulaşım şirketiyle anlaştılar ve daha sık ve daha kolay ulaşımı sağlayacak bir program çerçevesinde o özel şirketin araçlarını kullanmaya başladılar. Belediye dedi ki; “yapamazsınız, yasal olarak bu görev bana verilmiştir, bu görevi benden başka hiç kimse yapamaz.” Aylarca bunu engelleyerek orada yaşayan insanların kendilerinin katkılarıyla oluşturdukları bir sistemin işlemesine olanak tanımadı. İşte katılımın, hizmetin çeşitlenmesi ve özellikle kaliteli olması açısından önemli bir rol oynayacak, yerel ürün hizmet girişimlerinin ve kuruluşlarının desteklenmesi de bu açıdan bir katılım mekanizmasını oluşturuyor. Benim söyleyeceklerim bunlar. Eğer soracağınız birkaç soru varsa onlara da cevap vermeye çalışayım. Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ederim. Biraz uzun oldu; ama bu kadar kapsamlı bir konuyu da böyle bir saatte bitirmek mümkün değil. Onu yöneticilere söyleyin. Mesela, bunu 2 saat, 3 saat yapsaydık çok daha pratiğe dönük şeyleri de konuşabilirdik. Ben size kendimi tanıtmadım değil mi? Pardon. Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuyum. Ekonomi mastırım var. Uzun yıllar siyasetle uğraştım. 1968 yılında Mülkiyeden mezun oldum. 1968’le 1970 arasında çeşitli sol hareketlerde önemli rollerim oldu. Gazetecilik yaptım. Belki hatırlarsınız, 1980 sonrasında ilk defa o karanlık, koyu, baskıcı günlerde bir özgürlük sesi olduğuna inandığım ilk medya organını çıkaranlardan biriyim, Yeni Gündem Dergisinin Kurucusu ve Yöneticisiydim, Ankara Temsilcisiydim. Zaman zaman kamuda birtakım görevlerim oldu. 1989’la 1994 arasında Ankara Büyükşehir Belediyesi Danışma Kurulu Üyesiydim ve Kültür Sanat Danışmanıydım. Aşağı yukarı 9 yıldan beri de Toplukonut İdaresinde çalışmaktayım. Orada da yöneticilik yaptım. Şimdi bu iktidar değişiklikleriyle bayağı sıkıntılar yaşıyorum. Önümüzdeki dönem ders yılında Siyasal Bilgiler Fakültesinde “Yerel Yönetimlerde Demokratik Katılım Mekanizmaları ve Demokratikleşme Sorunu” diye bir doktora dersi vereceğim. Aynı şekilde “Türkiye’de Yerleşim Sistemleri ve Konut Politikaları” konusunda bir doktora dersi vereceğim. İşte böyle adamım. Dinlediğiniz için çok teşekkür ederim. ----&----
Tweetle
Okunma Sayisi : 9992
|
Adres : Konur Sokak 4/3 06420 Yenişehir / Ankara • E-posta : info@mimarlarodasiankara.org Telefon : 0 312 4178665 • Faks : 0 312 4171804 • GSM Santral : 0 533 4777967 |
Son Güncelleme : 22.11.2024 - 14:01:56 Şu an 1 kişi online | Hukuki Şartlar ve Gizlilik Hakları |