Üye Bilgileri.size uygun bölümden devam ediniz.sitemizdeki online işlemlerden yararlanabilmek için kayıt olup parolanızla giriş yapmanız gerekmektedir. |
MİMARLAR ODASI ANKARA ŞUBESİ YEREL YÖNETİMLER OKULU İLHAN TEKELİ ----&---- İLHAN TEKELİ- Bugün yerele yönetimler üstünde konuşacağız. Tabii, yerel yönetimlerin demokrasiye etkisi üstünde de konuşacağız. Daha büyük kısmı teknik olarak yerel yönetimlerden çok, demokratik bir kurum olarak yerel yönetimler üstünde bir konuşma götüreceğiz. Buna girmeden önce, belki birkaç yerel yönetim kavramı, Türkiye’deki yerel yönetimlerin gelişmesindeki tarihsel aşamalar gibi bir giriş kısmında bir tartışma yapmak üzere, ondan sonra da biliyorsunuz gündemde yerel yönetimler reformu var, “acaba yerel yönetimler reformu konusunda Türkiye şimdi nasıl düşünüyor ve bu düşünmeyle bir yere gidilir mi, gidilmez mi?.. Bu nereye kadar götürür, nereye kadar götüremez?” belki öyle bir tartışma, ondan sonra da yeni demokrasi anlayışı içinde yerel yönetim meselesi bizim toplumla ilişkileri gibi konular üzerinde duracağız. “Yerel yönetim” dediğinizde, böyle genel olarak kabul edilmiş birkaç tanım vardır. Bir yerellikte … olabilir, başka bir yerellik olabilir. Yaşayanların ortak ihtiyaçları karşılamak üzere demokratik yöntemlerle oluşturulmuş bir yönetim biçimidir. Bu tanımda ne var?.. Bir yerellik var, bir yerel toplum var ve bunun ortak ihtiyaçları, yani kamusal alanla ilgili bir iş yapacak ve bu iş yapacak ortamı, kararlar ortamları vesaire, demokratik yollarla oluşturulması. Demek ki, 3 tane öğeye dayanarak yerel yönetimi tanımlıyoruz. Demokratik süre, yerellik, bir de ortak … Tabii, Türkiye’de bunun iki organı var. Biri belediyeler, diğeri de il özel idareleri. Bu iki organdan daha çok üstünde, “yerel yönetim”, “demokratik süreçler” dediği için de daha çok üstünde konuşulan ise belediyeler. Öteki biraz dumbada kalıyor, kimse o meseleyi konuşmuyor. Ama aslında şöyle düşünürseniz, ilin sınırları bir mekânı var, mekânın içinde nokta nokta halinde yerleşmeler, belediyeler var. Diğer kalan alan özel idareler. Biraz sonra tartışmada göreceğimiz, acaba böyle bir yerelliği böyle ayırmak doğru bir ayrımadır?.. “Kırları bir tarafa, kentleri bir tarafa ayırmak belki eskiden kır-kent ayrımının çok yüksek olduğu dönemlerde anlamlıyken, bugün ne kadar anlamlıdır?” tartışma konusunudur. … bu bütünleşmenin çok geliştiği yerlerde tarihsel dönemlerden kalan bir realite yerel yönetimlerle … pek anlamlı olmayabilir. Ama şöyle bir soru genellikle Türklerin aklına geliyor: “…” yani … bizim öz kurumlarımız yok muydu? …” diye bir soru aklına geliyor. O zaman bu … yarısı … Bakalım, Osmanlılarda bu işler nasıl görülüyordu?.. Osmanlı … belediye diye bir şey yok, ama sanayi öncesi bir toplumun kent içinde yaşıyorsa, yine görülmesi gereken ihtiyaçları var. Bunu Osmanlı … şöyle çözülüyordu: Bir vakıf müessesi, yani su getirecekler, birisi para koyuyor ve suyu getiriyor, bilmem vakıf suyu oluyor. Öteki bir bedesten yapıyor vesaire. Yani altyapı bile vakıflar eliyle gerçekleştirilen bir sistem. Yöneticisi kim?.. Belediye başkanı yok, yöneticisi kadı, yargı organından. … ihtiyacı var, onu da subaşı yapıyor. Subaşı ise, merkezi yönetimin askeri sınıfı … Bunun dışında yine askeri sınıfımızdan … olarak, çünkü Mimarlar Ocağı, Yeniçeri Ocağının bir parçasıdır, yani askeri sınıfın bir parçası. Şehir mimarı var, oradan gelen, o da biraz kentin düzenini ayarlıyor. Soru şu: Osmanlılar belediyeyi kadıdan almasalardı, bu sistemle 19. yüzyılın ihtiyaçlarını çözebilirler miydi?.. 19. Yüzyılda kent dönüşmeye başladı. Neler değişti?.. Bir kere şehir bir yayalar mekânıydı, şehirde ata askeri sınıf üyesi dışında kimse binemezdi. Araba ise, kimse kullanamazdı. Şehir, yalnız yayaların olduğu, eşeklerin ve katırların da biraz yük taşıdığı bir mekândı. Böyle bir hikâye vardı, ata binmek o kadar önemli bir olay ki, II. Mahmut’a bir esnaf çok güzel işlemeli bir kılıç yapıyor, hediye ediyor. Padişah da diyor ki, “dile benden ne dilersen” O da, “Padişahım ben ihtiyarladım, işe gidip gelirken yürüyemiyorum, bana izin ver de atla gidip geleyim” diyor. Padişah da yanına dönüyor, “bunun işyerinin yanına bir ev yapın” diyor. Çünkü, o başka bir sembol, başka bir şey. Ama bu yalnız sembolik bir şey değil, eski kent, sanayi öncesi kentin iki önemli sorunu var. İkisinde de hayvan çok … Birincisi, mesela 500 binlik bir İstanbul’u beslemek olanağı yok, çok zor. Bütün imparatorluk ona göre örgütleniyor, … buğday satılamıyor, mutlaka buraya geliyor, bilmem nereden havyan mutlaka buraya geliyor, ancak İstanbul doyuruluyor. Her adama bir at kıyıp, bir atı da … at gibi bir ek masraf, o sistemin taşıyabileceği bir masraf değil. Ama bunun ötesinde bir başka mesele var: O da salgın hastalık. Kent çok büyük hastalıklarla karşı karşıya, yani veba salgını, kolera salgını olduğu zaman, kendini yüzde 30’u falan ölüyor. Öyle 100-200 kişi ölmüyor, kentin yüzde 30’ü ölüyor. Bu hayvan ahırları vesairenin olması da, bunu hızlandıran bir süreç oluyor. Onun için böyle bir kent, çıkmaz sokaklar var, bütün binaların ahşap olduğu bir kent. İlk olarak kentte yaya trafiğinin dışında arabaya kullanılmaya başlıyor, yolların genişletilmesi gerekiyor. Eskiden ticaret, kervan gelir ve kervansarayda yükünü boşaltırdı, o adam da malını satar, dönerdi. Kervansaray hem … çalışırdı, hem otel gibi çalışırdı, hem alışveriş yeri olarak çalışırdı. Ama 19. Yüzyılda Osmanlı sistemi dünya ticaretiyle eklemlenmeye başladığında, bu ticaretin olabilmesi için ne olması gerekmeye başladı?.. Kervansarayın yerine, ya demiryoluyla, ya limanla gelecek, onların bir binası, bir demiryolu garı, mallar bir yerde saklanacak artı depolar, tüccar kalacak otel lazım. 1850’den önce otel ismi kullanılmamıştır. Para nasıl gelecek?.. Tüccar hareket etmiyor, banka sistemi geliyor. Görüyorsunuz bir hanın yerine, kentin merkezinde yeni binalar kuruluyor. Bunun trafiği, taşıması filan çıkıyor. Kent, hem ciddi olarak yapısını dönüştürmek zorunda, hem de … dönüştürmek zorundadır. Bu vakıf sistemiyle filan olabilecek bir iş değil. Bir tramvay döşenecek, … döşenecek, bütün yollar yapılacak, o altyapılar usulüne göre yapılacak, şehrin merkezinde yeni bir iş merkezi oluşacak, bankalar sistemi oluşacak. Bunu hiçbir yatırım, plan yapma, yönetmelik beceresi olmayan bir kadıyla, bir de ne zaman nereye ne yaptıracağı belli olmayan vakıf işletmeleriyle yürütmek olanağı yok. O zaman belediye, dünyada böyle kurum var ve Türkiye’de de ihtiyacı karşılamalıdır. Ama bunun çıkışında, birkaç öğe var, belki onları söylemekte yarar var: Bu ihtiyacın çok güçlü olarak hissedilmesi Kırım Savaşı dolayısıyla oldu. Biliyorsunuz, Kırım Savaşında Osmanlılar, Fransız ve İngilizlerle beraber Rusya’ya karşı bir savaş yürüttü. Bu savaşı yürüttü, yani savaşı şöyle düşünmeyin: Fransız Ordusu geldi, oraya gitti, İngiliz Ordusu geldi oraya gitti değil, bunlar gelip önce İstanbul’da konaklıyorlar. Yalnız ordu geliyor, aileleri vesaire de geliyor. O zaman şehrin yetersizliğini daha da ortaya çıkıyor. O zaman bir komisyon kuruluyor, “bu iş nasıl çözülür?” diye. İntizamı Şehir Komisyonu diye bir komisyon kuruluyor ve 1856’da da ilk belediye kuruluyor. Bu, 6. Daireyi Belediyesidir. 6. Daireyi Belediye, bugünkü Beyoğlu ve Galata’da kurulan, yani kentin en gelişmiş ve bu tür işlere ihtiyacı olan kesiminde kurulan bir belediyedir. Peki, burada bir tuhaflık yok mu?.. İlk kurulan 6. Daireye Belediye, ilk 5’i nerede?.. Bu 6. Daire Belediye olmak, bu da dıştan esinlenme meselesi … var. Paris Belediyesi 20 belediye dahilinde, en zengin belediye de 6. belediyedir. Onun için 6. Belediye Dairesi olarak kuruluyor. Bu belediye kuruluyor, ne yapıyor?.. Tabii, belediye kuruluyor, ama nasıl belediye hizmetidir, nedir filan da çok bildikleri yok. Biraz … bir grup yönetiyor, ilk defa sokağa bir aydınlanma yapıyorlar. Ondan sonra bir çöp toplama sistemini öngörüyorlar. Galata’da işyeri olacak bir bina yapıyorlar falan. Ama belediye fakir, doğru düzgün gelir kaynağı yok. İkinci yıl sonunda belediye … ediyor. Böyle belediye gecikiyor. Ben şehir tarihi çok fazla anlatmak istemiyorum, ama belediyenin çıkış havasını vermek için gerekli. Bundan sonra çeşitli belediye deneyimleri oluyor. Bir dönüm noktası var, bu da ilk belediye … kurulmamış … kurulmuş şeyler, ilk Yerel Yönetimler Yasası 1876’da kurulan Meclisin çıkardığı 1 numaralı karardı. Daha detantralize bir sistem, bir yönetim sistemi vesaire düşünülüyor. Osmanlı sisteminde 1890’lara falan geldiğimizde, zaten 19. Yüzyılın ikinci yarısı Osmanlılarda bir kentleşme dönemidir. O dönemde de, bugün belediyelerde yer alan birçok şeyin ilk ipuçlarını görüyoruz. … başlıyor. Kentin imar planları yapılmaya başlanıyor. Tramvay vesaire gibi altyapı meseleleri … Kentte bir modernleşme yaşanmaya başlıyor. Cumhuriyet kurulduğu zaman, aslında böyle bir … 50 veyahut 60 yıllık bir belediye deneyimini devralmış oluyor. Cumhuriyet kendisini bu yeni koşullarda imar yapmak istiyor, bir yerel yönetim anlayışı geliştirmek istiyor, ama ilk yıllarından 1930’a kadar eski yasalarla işini yürütüyor. Bunlara baktığımızda, yani Cumhuriyet kurulduğunda, Cumhuriyetin karşısında başlangıçta iki önemli sorun var. Birincisi, başkenti Ankara’ya nakletmiş. İkincisi, kentin bu savaşın olduğu, özellikle Ege Bölgesi’nde çok sayıda yanmış, yıkılmış kent var ve bunları imar durumuyla karşı karşıya kalmış. Özellikle Ankara sorunu, çok önemli bir ideolojik sorun olarak karşılarında duruyor. Çünkü, Cumhuriyet şöyle bir noktadan hareket ediyor: Bir slogan bir var, birçok şeyi açıklıyor, “Batıya rağmen, Batılılaşmak” gibi bir slogan. Aslında bu İstanbul-Ankara olayını da açıklayan bir şey, çünkü, eğer Batılılaşacaksanız, dünyayla en iyi eklemleneceğiz yer İstanbul. Ama onu reddediyorsunuz, çünkü Batı sizin için tüm iyiliklerin sembolü değil, aynı zamanda kötülüklerin de sembolü. O zaman burada Batının kötü bulunan taraflarından etkilenmeyen bir ulusal burjuvazi yaratmak ve örnek yaratmak için Ankara kuruluyor. Tabii, bu çok iddialı projedir. Bakın, burada ilginç birkaç nokta var, onu söyleyeyim: Bunu neyle yapacak?.. Osmanlı yasasıyla yapacak. Osmanlı yasasında ise şu var: Bütün belediyeler aynı, bir belediye farklı. … Ankara başkent olduğuna göre, 1924’te Ankara’da … ilan ediliyor ve … Ama burada çok ilginç bir demokratik bir problem var. 1924’e kadar belediye seçimi yapıldığı zaman, kim oy kullanırdı, kim seçilebilirdi?.. Belli bir miktarda emlak vergisi ödemiş olanlar, yani çulsuzlar ve orada yeri yurdu olmayanlar ne belediye meclisine seçilirdi, ne de oy verebilirlerdi. Ama bu İngiltere’de de böyle. İngiltere’de de 1895’te ilk defa “üniversal oy” denilen, herkesin oy verdiği… Ama Ankara’da şöyle bir şey var: Belediye seçimlerinde Ankara’da oy kullanmak için emlak vergisi vermek gerekmiyor, seçilmek için de gerekmiyor. Çünkü, yeni gelenler emlak sahibi değildi. Kurtuluş Savaşı kazanan kadro, böyle bir emlak sahibi değil ve o kadroların seçime o kurallarla girmesi mümkün değil. Cumhuriyetin belediyecilik konusunda tabii yaptığı, 24’lerde ilginç uygulama var, ama onlara girmek istemiyorum. 1930 yılında ünlü 1580 sayılı Belediyeler Kanunu çıkartılıyor ve şimdi halen yürürlükte olan yasa da odur. Aslında bu yasa ikiz bir yasa, bunun bir kardeşi var; 1593 sayılı Umumi Hıfzısıhha Kanunu. Bu iki yasayı çıkartıyorlar ve bu yasaların ikisi de çok mükemmel hazırlanıyor. Birini Şükrü Kaya, ötekini de Refik Saydam hazırlıyor. Bugünkü bütün çevrecilikle ilgili kaygıların ipuçlarını Umumi Hıfzısıhha Yasasında bulmak olanaklıdır. Belediye Yasasının da çok geniş bir görev alanı var ve oldukça demokratik yapıda bir yasadır. Tabii, Cumhuriyet bakımından şöyle bir problem var: Cumhuriyet, modernlik veyahut çağdaşlık projesi olarak yerel yönetimlerin de çağdaşlığı uygulamasını istediği için, bir … tutumu da içinde barındırmaktadır. Yol gösterecek, modernleşme yolunda bir program uygulanacak. Nitekim, bu yasanın görüşmeleri sırasında ilginç bir ifadesi vardır. Şükrü Kaya diyor ki, “biz bu yasayı belediye sosyalizminden ilham alarak hazırladık” O dönem “belediye sosyalizmi” diye bir sosyalist akım var. O yerellikle çok ilgili ve bu büyük görev alanının çizilmesi de, belediyeye geniş uygulama olanakları verebilmekle … Öbür taraftan Hıfzısıhha Kanuna baktığımızda, orada da şehir planı yapma zorunluluğu getiriliyor. Hem Belediye Kanununda var, hem de Hıfzısıhha Kanunda var. Daha önce plan yapılıyor, ama o “modern” denilebilecek plan … yapılıyor. Plan yaptırma zorunla hale geliyor. Cumhuriyetin yöneticilerinin konuşmalarına baktığımız zaman da şunu görüyoruz: Kentin bir güzellik sorunu değil, sağlık sorunu olarak, yani sağlıklı yaşam sorunu olarak görüyorlar. Bu iki yasa çıktığında, aslında bu yasaların bir üçüncü kardeşi var. Bu da, belediye gelirleri. Ama çıkan tarih 1930, Türkiye dünya krizinin içine girmiş ve dünya krizinin içine girince, Gelirler Yasası çıkmıyor. O zaman da belediye güçsüz olarak bu programı uygulamak zorunda kalıyor. Bunu yeni … vesaire … sistem çok önemli kriz içinde olduğu için de, ta İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar da yeni bir belediye gelirleri yasası çıkmıyor. Onun için bu çizilmiş büyük görev alanı, sınırlı kaynaklarla uygulanıyor. Bunu yapabilmek için de, 1933 yılında bugünkü İller Bankasının babası olan Belediyeler Bankası kuruluyor. O belirli kredi sağlıyor ve belediyelere yüklenilen bu teknik, yani plan yaptırma vesaire meseleleri kolaylaştırmak için de, Belediyeler Teknik Hizmetler Müdürlüğü gibi… SALONDAN- Belediye İmar Yasası. İLHAN TEKELİ- Hayır, o Ankara Belediyesinin. Ondan … daha geniş, daha böyle teknik hizmeti … bir ifade var. Onu kuruyorlar, daha sonra bu ikisi birleşip, 45 yılında bu ikisinin işlevi birleşiyor. Dikkat ederseniz, burada Cumhuriyetin belediye konusuna verdiği bir önem, fakat uygulamaya tam yansıtamadığı konjonktürden gelen bir şeyler var. Bugünkü belediyeciliğin kurumsal yapısı 1930-1935 yılları arasında gerçekleşmiş oluyor. Belediye Yasası, Umumi Hıfzıssıhha Yasası, Belediyeler Bankası -sonradan İller Bankası oldu- Yapı Yollar Kanunu diye bir kanun çıkıyor, bunların beşi cumhuriyetin belediyecilik mantalitesini gösterir. Bu mantalite neyi gösteriyor? Merkezden yönlendirilen, merkezden teknik yardım verilen vesaire şeklinde bir belediyecilik ve oldukça da geniş bir uygarlaşma alanı olarak çok geniş bir görev alanı ve tekel hakları verilen bir belediyecilik var. Bu belediyeciliğin ikinci Dünya Savaşına kadar olan kısmına bakarsak, Türkiye’de hızlı bir kentleşme yok, çok yavaş yürüyen bir şehirsel alan ve bunun hizmetleri karşılamak o kadar kriz yaratıyor, ama bir tek kent var; o da çok hızlı büyüyor; o da Ankara. Yani yılda yüzde 6 büyüyor. O zamanki sistemin kapasitelerine, kurallarına, kaidelerine baktığımı zaman yüzde 6 büyüyen bir kentin konut arzını, spekülasyonunun kontrolünü, imarının düzenli gitmesini tek parti hükümeti olmasına rağmen kontrol edemiyor. Yani gecekondu sanıldığı gibi 19401945 arasında çıkmamıştır. 1930 yıllarında Ankara’da bal gibi gecekondu var. Onlara “baraka evler” denilmektedir ve gaz tenekelerinin içine toprak koyarak, gaz tenekelerini yan yana getirerek ve üzerine sıva atılarak yapılmaktadır. Belediye gelip yıktığında gaz tenekelerini boşaltıp götürüp başka yerde toprak doldurup inşaat yapılabilmektedir ve tek parti döneminin katı disiplin anlayışı içinde buna olanak verilip verilmediği tartışma konusu olabilir. Meclisteki konuşmasında Şükrü Kaya çıkıp diyor ki “Evet, bunlar vardır, ama ben biliyorum ki, akşam yattığımda uyuyabiliyorum ki, bu kış soğuğunda bunlar donmayacaklar” Yine aynı şekilde arsa spekülasyonu artmıştır, mesela ne olmuştur? O menkul kıymeti olmadığı için, Emlak Vergisi yatıramadığı için seçime girmesinler diye kural değiştirilenler şimdi artık arsa sahibidirler ve Bakanlıklar sitesi yapılacağı zaman İsmet Paşa’nın bütçede 100 000 lirası vardır. Saraçoğlu Mahallesi ve Bakanlıklar Sitesi yapılacak. Artık 1 milyon liraya bile orayı istimlak etmek olanağı yoktur. Çünkü bir plan uygulanmaya başlanılmıştır, bununla beraber spekülasyon başlamıştır, arsa değerleriyle ilgili olarak Cumhuriyet 1924’lerdeki gibi davranmamaktadır. Tek çözümü Atatürk’ün oradaki arsa sahibi olan arkadaşlarını toplayıp bütçeyi meselesini çözmesidir. İsmet Paşa’nın 100 000 lirası var, burayı istimlak edecek, kimse de itiraz etmeyecek. Bakanlıklar Sitesi ancak öyle yapılıyor. Arsa fiyatları o kadar pahalanmıştır ki, ancak konut sektörünün çözümü için konut kooperatifleri gelişmeye başlamıştır. Türkiye bir tek kentindeki yüzde 6 büyüme problemlerini çözemezken 1945 yılında İkinci Cihan Harbi sonrasında bütün ülkede, bütün kentler yüzde 6 büyür. Bu tabii çok önemli bir sorunu ortaya çıkartıyor. 1948’de biraz paraları olsun diye Belediye Gelirleri Yasası çıkmıştır, ama bu kentleşmeyi karşılayacak hızda ne bir yatırım olanağı vardır, ne belediye örgütlenmesi bu büyüklüktedir; sistem kendi içinde Belediye Yasasında birtakım değişiklikler yaparak, af yasaları çıkartarak vesaire şekilde çok fazla krize düşmeden kentin etrafında gecekondu kuşaklarıyla, içinde yapsatçı apartmanlarıyla bir kentleşme biçimi ortaya çıkmıştır. Bu kentleşme biçimini, bu belediye geliri biraz güçlendirilmiş olsa da çok sınırlı olarak kontrol edebilir. Ama Türkiye’de belediyelerin güçsüzlüğü konusunda bir tartışma çıkmamıştır. Hiçbir belediye, bütün o yetersizliklerine rağmen kalkıp merkezi hükümetle bir demokratik pazarlığa girmemiştir. Buradaki dönüm noktası 1973 seçimleridir. 1973 seçimlerinde şöyle bir şey oluyor: Belediyeler sosyaldemokratların eline geçiyor, merkezdeki iktidar sağ. Birinin sağ, birinin sol olması önemli değil, ikisinin ayrı güçler elinde olması önemlidir. O zaman ilk defa belediyeler merkezi hükümete karşı taleplerde bulunmaya başlamışlardır. Yani belediyenin bir demokratik birim olduğu, bir demokratikleşme sürecinin parçası olduğu ortaya çıktı. İlginçtir, mesela Demokrat Parti 1946 yılında bir demokratikleşme kampanyası yürütürken bu kampanya içinde belediyeyle ilgili bir demokrasi ilişkisi yer almamıştır. Demokrasiyi anti bürokrasi ütünden yürütmüşlerdir, ama belediyelerin güçlendirilmesi bir demokrasi problemi olarak ortaya çıkmamıştır. Belediyenin güçlendirilmesi bir demokrasi problemi olarak ortaya çıkması 1973 sonrasında olmuştur. 1973 sonrasında ise, belediyeler güçsüzdür, gelirleri sınırlıdır, ama zaten sosyaldemokratların da belirli bir programı yoktur başlangıçta, ama bazı belediye başkanlarının uygulamalarıyla -Ankara’da Vedat Dolakay, İzmit’te Erol Köse, İstanbul’da Ahmet Isvan vesaire- bir sosyaldemokrat belediyecilik anlayışı gelişmeye başlamıştır. Bu anlayış içinde bir üretici belediye kavramı, demokratik belediye kavramı, belediyeler arası bir birlik ve merkezle belediyelerin hak ve hukukunu biraz çatışarak savunma anlayışı, dağıtım sistemiyle, sebze halleriyle, ekmek dağıtımıyla, ekmek üretimiyle oldukça geniş bir yerel yönetim programı ortaya çıkmıştır. Aslında Türkiye’de yerel yönetimlerin demokrasiyle ilişkisi 1973 sonrasında kurulmaya başlamıştır. Burada bir birikim olmuştur, ama 1980 askeri darbesi olduğu zaman belediyeleri demokratik olarak görmekten çok bir suçlu olarak görmek eğilimi ortaya çıkmıştır. Yani bunları bir disiplin altına almaktan, yeni yasalar vesaide belediyeler sınırları kaldırılmıştır vesaire gibi şeyler olmuştur. Belediyenin tekrar bir demokratik öğe olarak gündeme gelmesi ve güçlendirilmesi 1984 seçimlerinde Özal döneminde oldu. İki kademeli belediye meselesi geldi, merkezi hükümetten belediyelere ayrılan paylarda yükseltmeler sağlandı ve belediyelerin yapabilirlik gücü geliştirildi, artırıldı ve günümüze kadar da önemli bir şekilde belediye sorunu hep gündemde kaldı. Bugüne gelindiğinde, şu dakikada ne oluyor? Tabii herkes Türkiye’de bütün siyasi partiler hemen hemen programlarında Türk yönetim sisteminin ........ inmesi meselesi ve onun için de reform önerileri veyahut çeşitli öneriler var. Ama bu bir türlü gerçekleşmiyor. Burada bir temel neden var. Bu temel neden şu: Türkiye son zamanlarda iki büyük kriz geçirdi. Biri bu üniter devletin parçalanması, diğeri ise siyasal İslamın iktidara el koyması. Bu iki kaygı Türkiye’nin belirli kesimlerinde her türlü desantralizasyona karşı bir direnç oluşturdu ve onun için de olağan reform önerileri bile Meclise gitmekten geçti. Valinin, yani il özel idarelerinin güçlendirilmesi düzeyinde oldu. Yani daha kentli bir, merkezi yönetimin yerel temsilcisinin güçlendirilmesi şeklinde bir yerel yönetim reformu düşünülüyordu bir belediyenin güçlendirilmesinden çok. Böyle kabaca bir belediye nereden çıktı, hangi güzergâhları geçerek bugünkü noktaya geldi diye böyle kaba, kuşbakışı bir geçiş yaptık. Şimdi şöyle bir doğruyu tartışmaya başlayacağım. Şu dakikada Türkiye’de yerel yönetim reformu tartışılıyor; nasıl tartışılıyor, ne tartışıyoruz? Genelde şunu tartışıyoruz. Bir devlet var, yetkileri ve sorumlulukları bir bütün olarak belirlenmiş bir devlet var; hem yerel yönetimiyle, hem merkezi yönetimiyle bir devlet var. Tartıştığımız konu şu: Bunun hangi işlevlerini yerinde bırakalım, hangi işlevlerini merkeze bırakalım. Tabii bunu böyle bırakınca ne kadar para nereye bölüşümü de başlayacaktır. Acaba bu düşünce tarzı bir yerel yönetim reformu yapmak için yeterli midir? Bunun az olsun, çok olsun meselesiyle ilgisi nedir? Bir yerel yönetim reformu acaba günümüzde böyle düşünülüyor mu? Benim getirmek istediğim bunlardan farklı birkaç problem var ve pek farkında olunmuyor Türkiye’de. Birincisi; günümüzde küreselleşen dünyada yerel nedir? Bizim eski bildiğimiz merkezi bir devletin karşısında olan bir yerel problemi midir, yoksa yerel, dünyaya doğrudan eklemlenen bir başka yerel midir? Yani şöyle bir şey olmuyor: Bir yer küreselleşmiyor; küreselleşmeyle yerel aynı esnada olan iki süreçtir. Yani biz hem küreselleşiyoruz, hem yerelleşiyoruz, yeni bir yerel doğuyor. Eğer şimdi böyle bir soru varsa, ondan mı bundan mı keseceğiz meselesinin hiçbir anlamı kalmıyor; birinci soru bu. İkinci soru, Türkiye mekânında oturmuş, bazı yerlerinde toplanmışız, bazı yerlerinde yayılmışız, bazı yerlerinde küçük konsantrasyonlar olmuş, bazı yerlerinde büyük konsantrasyonlar olmuş. Şimdi biz bunu yönetim olarak alt parçalara ayıracağız. Bunu alt parçalara ayırmamızın mantığı ne olmalıdır? Geçmişteki mantık geçerli mi? Size bir örnek vereyim: Diyelim ki ben şöyle bir şey düşündüm; devleti falan bir yana bırakın bir yerde bir yöneticiyim ve etrafa dağılmış birçok işim var, denetleyeceğim. Nasıl karar verebilirim? İşimin benden ne kadar uzakta olması neye bağlıdır? Benim kullandığım ulaştırma aracına bağlıdır. Ne kadar hızlı ilişki kurarsam daha büyük alanı denetleyebilirim. Bizim vilayet sistemi nereden geliyor? Osmanlı livasından geliyor. Osmanlı livası atla seyahat yapılan dönemin yönetimidir. Ben otomobille çok hızlı seyahat ediyorum. Acaba, aynı birimleri kullanmak bu teknolojide anlamlı mıdır? Acaba daha büyük birimlere mi ihtiyacım var, yoksa -gördüğünüz gibi şimdi 61 idi, 81 oldu- öbür taraftan il öze idaresinin varlığı, kır ve kentin ayrı olduğu döneminin kavramıyla ilişkilidir. Ege Bölgesinde Çeşme yahut Urla’nın etrafında köydeki yaşamla kentteki yaşamın ihtiyaçları arasında bir fark var mıdır? O zaman benim böyle harita içinde bazı noktaları böyle kesip belediye, benekli elek gibi kalmış alanı il özel idaresi diye ilan etmenin bir mantıklı tarafı var mıdır? Bir de şunu söylemek istiyorum: Ülkenin yönetim yapısında mekânsal parçalanması karar verilecekse, yerleşme dokusu, yerleşme yapısı hakkında bir bilgiye dayanmalıdır. O bilgi analiz edilmeden doğru bir yapı önerilemez. Demek ki iki şey çıktı karşımıza: 1. Yeni yerelliği bilmemiz gerekir. 2. Yerleşme yapısının ve o yapıda insanların nasıl bir ilişki kurduklarını bilmemiz gerekiyor. Çünkü ben buraya bir hizmet koyacağım. İnsanlar zaten oraya ekonomik ilişkileri için gidip geliyorlarsa demek ki o bütün alanı bir üniter olarak ilan ediyorsunuz. Bakın, şu dakikada komik şeyler oluyor. Her 2 bin nüfusu bulunduran belediye olarak ilan ediliyor. 2 bin nüfusu olan bir yerin belediyesinde kim olabilir? 1 şoför, 2 çöpçü, diğerleriyle 10 kişi falan olur ve daha fazlasının parasını veremeyecektir. Şimdi o belediye bütün imar kararlarını filan hangi parayla verecektir? Ben bu parçalanmayı düşünürken hem yerleşme yapısını düşünmem lazım, hem eğer belediyenin başarılı olmasını istiyorsam, güçlü olduğu kadar büyük olmasını da düşünmem gerekir; çünkü o bütün hizmetleri görecektir. Çünkü ben bugünkü hizmetlerle yetinmiyorum, diyorum ki, bunu desantralize edeceğim ve buna daha çok iş vereceğim; o zaman ne olacak? Demek ki güçlü olarak durmak problemimiz var. Son başka bir problemimiz daha var: Demokrasi anlayışı. Bugünkü demokrasi anlayışı, yani demokrasiyi çoğunluk sultası olarak oy çoğunluğunun verdiği kararlar bütünü olarak düşünmüyorum ve bunu bir şey istiyorsak, çeşitliliklere olanak veren bir rejim olarak düşünüyorsak, o zaman bütün bu örgütlenmemizi, reformumuzu da bu mantık üzerinden geliştirmemiz lazımdır. Demek ki karşımızda şu dakikada şöyle bir sorun var: Türkiye’nin gündeminde acil olarak bir reform problemi vardır. Çünkü senelerdir yapılamıyor, bu kadar bir merkezi sistem kendisini üretemiyor, her iş çok zor görülen, taşınamaz ve çok pahalı hale geliyor, sistem desantralize edilecektir. Peki, bunu nasıl düşüneceğiz? Bunu sabit bir devlet, o sabit devletin işlerini buradan mı buradan mı keselim diye düşünmeyi onunla sınırlarsak başarılı bir reform olur. Reform uyumunu söylediğim bölgeleri tanıdıktan sonra yeni bir tasarım olarak ortaya çıkabilir. Bunu yapmadığımız zaman bir etkinin bütün hastalıklarını olmasa bile önemli bir kısmını sisteme taşımış oluruz. Yani bu mekânsal sorunu çözmediğimiz zaman, mekânsal sorunu kafamızda düşünmediğimiz zaman sağlıklı bir yere varamayız; bu da düşünülmüyor. Burada şöyle bir strateji ilginç olabilir: Bunları bilmek neyi değiştiriyor’u somut olarak göstermek için söylüyorum. Ne dedik, şimdiki tartışmada var, bir devlet var, işlevleri belli. Bu burada kalsın, bu yerelin olsun, bu merkezin olsun diyoruz. Halbuki burada ne kadar çok işlev versen bile, yerelin işlevlerini sabit tuttuğum zaman yerelin dünyadaki yeni işlevini görmesini engellerim. Mesela, diyelim ki, Denizli dünyaya eklemlenmişse, Denizli’nin ihtiyacı Burdur’un ihtiyacında olamaz; o farklı işlevler de görür. O zaman yapılacak şudur: Merkezin işlevleri konusunda “kardeşim, milli savunma bunundur, bu da bunundur” gibi diğer işlevler alanının minimumunu belirlemenin -mesela belediye su getirecektir, kanalizasyon yapacaktır vesaire- o toplumun demokratik iradesiyle ortaya koyacağı yeni işlevler edinmesini açık tutmak zorundadır. O zaman her yerellik yeni dünyaya eklemlenmesi için gerekli yeni işlevlerini yapabilir, kendi toplumunu güçlendirebilir vesaire... Bakın, yeni yerellik anlayışı buradaki yerel anlayışını etkiliyor. Bir taraftan bu kendi içinde tekdüze kendi kurallarını koyabileceği için birçok konuda, o kendi toplumunun içindeki çeşitlilikleri, yani demokrasinin yeni anlayışını hayata geçirmiş oluyor. Aslında günümüzdeki bu reform tartışmalarında Türkiye bu derinliği kazanamıyor ve tamamen kısır bir çatışma halinde “valinin yetkisinde mi olsun, belediye başkanının yetkisinde mi olsun, şu kadar mı olsun, bu kadar mı olsun” düzeyinde kalacak. Halbuki daha bir köklü bir dönüşüme ihtiyacımız vardır. Böyle köklü bir dönüşümü yaptığımız zaman bizim reform önerimiz dünyada kabul edilecek bir reform olur. , belediye başkanının yetkisinde mi olsun, şu kadar mı olsun, bu kadar mı olsun” düzeyinde kalacak. Halbuki daha bir köklü bir dönüşüme ihtiyacımız vardır. Böyle köklü bir dönüşümü yaptığımız zaman bizim reform önerimiz dünyada kabul edilecek bir reform olur. Yani yeni bir demokrasi anlayışının, yeni bir yerelleşme anlayışının hayata geçirildiği bir yerel yönetim anlayışı... İşte bu demokrasi konusunda Avrupa tarafından sorgulanılır olmaktan çıkıp onu sorgulayabilecek konuma yükselmek demektir. Eğer siz, bu alanlarda, demokrasi vesaire alanında yaratıcılık yapmıyorsanız, saygı görme talebiniz de çok yüksek olamaz. Katıldığınız için teşekkür eder, iyi akşamlar dilerim.
Tweetle
Okunma Sayisi : 8023
|
Adres : Konur Sokak 4/3 06420 Yenişehir / Ankara • E-posta : info@mimarlarodasiankara.org Telefon : 0 312 4178665 • Faks : 0 312 4171804 • GSM Santral : 0 533 4777967 |
Son Güncelleme : 22.11.2024 - 14:01:56 Şu an 1 kişi online | Hukuki Şartlar ve Gizlilik Hakları |