Üye Bilgileri.size uygun bölümden devam ediniz.sitemizdeki online işlemlerden yararlanabilmek için kayıt olup parolanızla giriş yapmanız gerekmektedir. |
Söyleşi: “Yerellerde Kültürel ve Mekansal Farklılaşmalar” (8 Mayıs Salı, Saat 19.00) Devrimci-Halkçı Yerel Yönetimler, Kültür-Kimlik Politikaları Atölye Çalışmaları kapsamında 8 Mayıs salı günü, saat 19.00′da “Yerellerde Kültürel ve Mekansal Farklılaşmalar” kapsamında bir çerçeve sunuşu yapılarak tartışma yürütülecektir. Tartışmanın çerçevesini çizmek için hazırlanan taslak metin aşağıda sunulmuştur. İlgi duyan herkesin katılımı önemlidir. Tarih: 8 Mayıs Salı Saat: 19.00 Yer: Jeoloji Mühendisleri Odası Eski Bina Adres: Bayındır Sokak 7/11 Sakarya, Kızılay / Ankara (Türk-İş binasının karşısı) Devrimci, Halkçı Yerel Yönetimler Çalışma Grubu Kültürel Politikalar Atölyesi “Devrimci Yerel Yönetimler Mücadelesi için Kültür ve Kimlik Politikaları Tartışmaları” Mayıs 2012 Giriş Devrimci Halkçı Yerel Yönetimler Sempozyumu, yerel yönetimler çalışmaları alanındaki güncel devrimci alternatifleri yan yana getirmesi ve bugüne değin konuya dair önemli bir literatürün ortaya çıkmasını sağlayan çeşitli tartışmaları da maddi gerçeklikle yüzleştirmesi bakımından önemli ve dikkat çekici bir deneyim olarak öne çıktı. Sempozyum; emperyalist-kapitalist hâkim dünya sisteminin 2000’li yılların ilk adımlarında olgunlaştırdığı neo-liberal ekonomik ve sosyal politikaların ağır yükünü çeken ezilen dünya emekçilerinin demokratik haklar ve siyasal iktidar mücadelesinde; ekonomik, sosyal, siyasal-yönetsel ve kültürel politikalar boyutuyla yerel yönetimlerin genel mücadele içerisinde oldukça önemli bir işlevi ve misyonu olduğunu da yeniden işaret etmiş oldu. Sempozyumun düşündürdüğü bir diğer önemli husus da emekçi ve ezilen çoğunluğun; hâkim sistemin gerek siyasal-yönetsel gerek sosyo-ekonomik boyutlarıyla bir parçası olan yerel yönetimlerle olan ilişkilerinde; tüm bu sınırlarına karşın yerelin maddi ve sosyal (ya da kültürel) evreni içerisinde, yerel yönetimleri, yine kendi iradesiyle gündelik yaşamını önemli ölçüde belirleyen ve yönlendiren araçlar olarak kavradığı ve işlevselleştirdiği gerçeğiydi. Buradan hareketle sempozyum, yerel yönetimlerin, emekçilerin ve ezilenlerin faydasını esas alan belirli bir siyasal amaç çerçevesinde planlı, programlı müdahalelerle birlikte toplumsal muhalefetin hem güçlenmesi hem de daha geniş kesimleri kapsayabilmesi bağlamında güçlü parçaları olabileceklerini de göstermiştir denebilir. Sempozyumun zikredilmeye değer en önemli sonuçlarından sonuncusu da devrimci-halkçı yerel yönetimler deneyimlerinin bir araya getirdiği mesleki ve akademik birikime, “taşın altına elini koyma” çağrısı olmuştur kuşkusuz… Bu niyetle oluşturulan Devrimci Halkçı Yerel Yönetimler Çalışma Grubu’nun örgütlediği Şehircilik ve Afet Politikaları Atölyesi, Toplumsal Cinsiyet Atölyesi, Üretim, Bölüşüm ve Emek Politikaları Atölyesi, Katılım ve Özyönetim Atölyesi, Ekoloji Politikaları Atölyesi, son aylarda, alanında uzman olan ve konuyla ilgilenen toplumun farklı kesimlerinden birçok kişiyi yan yana getirmiş ve dikkate değer tartışmalar, politika önerileri üretmiştir. Bu çalışmamızda ise Kültür ve Kimlik Politikaları Atölyesi olarak yerel yönetimlerin hem yasal idari sınırları içerisinde kalan topluluklar için hem de yine aynı toplulukların bu sınırları aşabilen yerel kültürel örüntüleri/kimlik aidiyetleri itibariyle; ulusal ve uluslararası ölçekte cereyan eden emek, demokrasi ve özgürlükler mücadelesinde (yine öncelikle yerelin faydasına olmakla birlikte) işlevselleştirilebilecek çeşitli kültürel politika önermelerimizi değerlendirmeye gayret edeceğiz.
Kapsam “Kültürel politikalar”dan kastımızın ne olduğuna geçmeden evvel, öncelikle “kültür” gibi meşakkati bir kavramın gerek toplumumuzda gerekse uluslararası sosyal bilim camiasında sahip olduğu bir hayli geniş ve farklı tanımlar sebebiyle, burada tarafımızdan nasıl anlaşıldığını kısaca da olsa ifade etmek gerekecektir. Uluslararası sosyal bilim camiasının neredeyse bir buçuk asırdır tartışageldiği kavram üzerine 130’dan fazla farklı tanım geliştirildiğini söylemek abartı olmayacaktır. Sosyal bilimci Güvenç (1996; 100), sadece mevcut tanımların niteliklerine bakarak, bunların bir kısmını ancak 9 kategoride toparlamıştır. Bu denli geniş bir tanım yelpazesine sahip olmasına karşın kültür, yine de en sade ve basit haliyle, “insanın doğa karşısında ürettiği maddi ve manevi her şey” (K. Marks) olarak tanımlanabilir. Yani kültür, doğada kendiliğinden bulunmayan ve insanın belirli yaşamsal ya da kuramsal amaçları çerçevesinde üretmiş olduğu tüm maddi eserler olduğu kadar, aynı zamanda insan zihninin üretmiş olduğu tüm anlamlar dünyasıdır da diyebiliriz. Hiç kuşkusuz kavramın bugün çoğunlukla sosyal bilimlerde işaret ettiği kavram setleri ise insanın kendisine ve çevresine dair üretmiş olduğu anlam dünyasına, düşünsel ve toplumsal yapılarına ilişkindir. Din, dil ve semboller, imgeler, anlamlar, etnisite (kimlik/benlik bilinci), aile ve akrabalık ilişkileri, toplumsal örgütlenme biçimleri gibi birçok konu bunlara dâhil edilebilir. Biz ise toplumsal muhalefetin önemli mücadele mevzileri olan yerel yönetimler (belediyecilik) alanı açısından kültüre dair politikaları tartışırken; kültürün, onu yaratan toplulukların kendilerine ve çevrelerine dair ürettikleri yerel toplumsal ve siyasal (etno-politik) bilinç hallerine yani kültürel kimliklerine dair olan kısımlarıyla ilgilenmeye çalışacağız. Bu minvalde üzerine fikir üreteceğimiz yerel yönetimler çalışmaları ise (sempozyuma katılan belediyeler için -tek istisna olarak Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ifade edilmelidir) küçük ilçe ya da belde belediyeleri tarafından temsil edilmektedir. Dolayısıyla tartışmalarımızın, çoğunlukla kırsal alanda meskûn ya da kırsal yaşamla kuvvetle ilişkili topluluklara dair olduğu burada hatırlanmalıdır. Ek olarak bu belediyelerin yine hepsinin, Türkiye’nin özellikle son çeyrek asırda emperyalist kapitalist hâkim dünya sistemi içerisinde yaşadığı/yaşamakta olduğu sancılı dönüşüm süreçleri içerisinde özellikle etnisite, dil, din gibi kültürel kimliklere dair travmaların, gerilimlerin, baskı ve çatışmaların yaşandığı ve halen yaşanan yerel coğrafyalar olduğu da özellikle işaret edilmelidir. Kendi içlerinde farklı tanım ve tartışmalar barındırsalar da üst kavramlar olarak kabul edebileceğimiz Kürtlük ve Alevilik kimliklerinin son derece özgün bir toplumsal durum oluşturarak örtüştükleri Tunceli – Dersim’in Mazgirt’i, Hozat’ı ve Pertek’i; özgün bir Alevilik inanışı olarak da ifade edebileceğimiz Nusayrilerin yoğun olarak yaşadıkları Samandağ ve Aknehir ile Kürt siyasal hareketinin temsil edildiği ve yine aslında birçoğunun kendi yerelleri açısından Yezidiler vb. gibi birçok farklı “öteki”yi de barındıran belediyeleri… Şu haliyle “kültürel politikalar”dan kastımız, ilgili coğrafyalardaki yerel toplulukların sosyo-politik kimlik kodları içerisinde oluşturdukları ötekilik haline; bu ötekileşmenin, güncel neo-liberal küresel gerici etki içerisinde, karşıt olarak ürettiği yeni siyasal tutumlara ve belirli bir tarihsel, soy-kütüksel geçmiş içerisinde üretilmiş yerele özgü etno-kültürel tutum ve davranışlara dairdir diyebiliriz. İfade edilmesi gereken son önemli başlık ise burada yürütülen tartışmalarda öne çıkan fikirlerin uygulanma sınırlarına dairdir diyebiliriz. Kuşkusuz yerel yönetimler, tüm kısmi özerk yapılarına karşın, nihayetinde devletin organları olarak hâkim siyasi iktidarın ekonomik ve siyasal belirleyiciliği, sınırları içerisindedir. Ancak siyasal iktidara karşı, onun sömürü politikalarına karşı hak arayışında olan toplumsal muhalefet nasıl ki her platformda meşruiyet ilkesine sarılarak mücadeleyle devam ediyor ve haklarını da yeri geldiğinde ancak söke söke alıyorsa; yerel yönetimler de toplumsal mücadelede üstlenebilecekleri rollerde de aynı şekilde işlevselleştirilebilmelidirler. Burada tartışılan öneri ve görüşlerin pratik uygulaması, fiili meşru mücadele içerisinde olduğu kadar insan yaratıcılığının zenginliği ve karmaşıklığı ölçütünde ele alınabilirse, ortaya çıkaracağı sonuçların genel toplumsal faydaya önemli getirileri olacağını da düşünmekteyiz.
Devrimci-Halkçı Belediyecilik Anlayışında “Kültürel Kimlik Politikaları” Geçerli Olabilir mi? Kültürel kimlikler; insanların ilerleyen tarihsel sürece göre sürekli olarak yeniden ürettikleri; belirli bir dinsel inanmaya, konuşulan dile, yaşanılan mekânsal özelliklere göre ya da herhangi başka bir kültürel özelliğe göre öne çıkan toplumsal yahut siyasal sınırlardır diyebiliriz. Kendisini, kendi dışındaki toplumsal evrenden olan farklarıyla ayıran ve sınırlarını de burada çizerek, aynı zamanda kendisini de tanımlayan kültürel kimliklerin, günümüzde, her şeyi metalaştıran neo-liberalizm için (özellikle de ezilen dünyada) öncelikli ve de gözde uğraşılarından birisidir demek abartı olmayacaktır. Kıta Avrupası’nda Batı kapitalizminin çarkları altında iş güvencesiz, sigortasız, kaçak işçilik koşullarında ezilen göçmenler ve hatta bu ülke vatandaşları olan ama Batılı olmayan azınlıklar için öne sürülen “çok kültürlülük” politikalarının; emperyalist-kapitalizmin azgın sömürü sahalarındaki ezilen dünya halkları için “özgürleştirme”, “demokratikleşme” masallarıyla birlikte temel operasyonel politikalar haline geldiği görülmüştür. Kuşkusuz neo-liberalizmin her iki durum için de temel beklentisi az maliyetli ucuz işgücü, hammade ve herkes için her şeyin her yerde satılabilir hale getirildiği yeni piyasalardır. Ezilenlerin ve emekçilerin cemaatlere, mikro-milliyetçiliklere, yerelliklere, soya sopa… velhasıl ayrışabileceği ne varsa hepsine göre ayrıştırıldığı; sınırlı kaynaklar için rekabete giriştikleri ve böylelikle ortak çıkarlar için birlikte hareket etme becerisini yitirdikleri bir ortamda kuşkusuz sermaye çok daha karlı olacaktır. Öte yandan Yugoslavya’da, Afganistan’da, Irak’ta ve son olarak da “Arap Baharı”nın tozu dumanı içerisinde Libya’da görüldüğü üzere yeni ve daha gerici iktidarların tesisinde; neo-liberalizme uyarlı taşeron devletçiklerin icadında; özellikle ulus-devletleşme süreçlerini zora dayalı asimilasyonlarla inşa etmiş ve baskı politikalarıyla sürdürmüş ezilen dünya ülkelerindeki kültürel kimlikler bir hayli işlevsel olmuştur/olmaktadır. Kaz gelecek yerden tavuğunu esirgemeyen neo-liberalizm, vakıflarıyla, burslarıyla, fonlarıyla, büyük bir gayretle, rasyonalist modernizmin bir kenara iteklediği post-modern dünyanın yeni renklerini kültürel kimliklerde bulmuş, örgütlemiş ve toplumsal hayata bu saiklerle kazandırmıştır. Bu konu üzerine yeni bir iç ve dış politika tarzı geliştirmiş ve uygulamıştır. Bununla birlikte, ironik bir biçimde, dünden bugüne merkezi otoriteyle çatışan ve baskı altında tutulan (böylelikle de sistem karşıtı hareketlerin büyük oranda insan kaynaklarını oluşturan) kültürel kimliklerin de bir anda neo-liberal politikaların, kuşkusuz kendi çıkarları bağlamında, konusu haline geldiği görülmüştür. Türkiye açısından bakacak olursak Aleviler, Kürtler, Ermeniler, Nusayriler, Romanlar, Yezdiler vd.’leri kısa bir zaman içerisinde, bir devlet politikası olarak “yok sayılmakta” iken, bizatihi Cumhurbaşkanının ve Başbakanın dilinden, devletin yeni açılım politikalarının aktörleri haline dönüşüvermişlerdir. Kuşkusuz bu gibi gelişmeler de emperyalist-kapitalist neo-liberal sisteme ve onun yerel uygulayıcılarına karşı hak arayışında olan devrimci toplumsal muhalefette ise “kimlik politikaları” hususunda belirgin bir çekimserlik oluşturmuştur diyebiliriz. Hatta söz konusu çekimserliğin ve konuya dair pratik politikada adım atmayışın uç boyutlarında ise “ulusal solcu” örnekler görülmüştür. Hâlbuki aydınlanmacı rasyonalizmi, pozitivist modernizmi tarihsel gelişim süreci içerisinde içeren ve aşan, düşünsel ve pratik bir toplumsal eylem olarak Marksizm, esasen 20. yüzyıl içerisinde gerçekleştirdiği hemen tüm iktidar deneyimlerinde, kendilerini farklı kültürel kimliklerle ifade eden halklar için özerk, demokratik yerel yönetimler, halk meclisleri oluşturmuştur. Kuşkusuz her sosyalizm deneyimi pirüpak değildir ve tek tek örnekler için tartışmalarda uzlaşı sağlanabilmesi epey zordur. Fakat aşikârdır ki bu deneyimlerin önemli bir kısmı farklı uluslardan, milliyetlerden, inanç kesimlerinden halkları şu veya bu şekilde bir araya getirebilmiş ve tüm kültürel hakları güvenceye almıştır diyebiliriz. Kısacası devrimci eylemin tarihsel dokusunda, son 30 yıldır azgın bir anti-komünist kara propaganda eşliğinde iddia olunduğu üzere, burjuva ulus milliyetçiliklerindeki gibi tekleştiricilik değil, farklılıkların belirli bir sınıf aidiyeti ekseninde, anti-kapitalist bir kardeşleşme ülküsüyle birleştirilmesi ve yerellere doğru da halkın özerk yönetimlerle özgürleştirilmesi programı çok açık olarak vardır. Bu sebepten (son yıllarda Latin Amerika ve Asya’da görülen kimi örnekler haricinde) son 30 yıldır dünya genelinde büyük darbeler alan, mevzi kaybeden ve geri çekilmekte olan devrimci anlayışlar, farklı kültürel kimliklere tabi emekçilerin ve ezilenlerin birliği, ortak çıkarları ve tek siyasi iktidarı için verdikleri mücadelede, “bölünme”, “devletin oyununa gelme” gibi gerekçelerle bu konuda politika geliştirmekten çoğunlukla imtina etmektedirler diyebiliriz. Bu mecradaki neo-liberal saldırılar karşısında alternatif oluşturma ve daha önemlisi bunları uygulamada ise emekçiler ve ezilenler açısından bir sonuç olarak eksik kalınmaktadır da diyebiliriz. Fakat iddiamız odur ki yerel yönetimler, bilhassa bu konulardaki neo-liberal devlet politikalarını çok daha hızlı, etkili ve sadece yerelde değil ulusal ve hatta uluslararası ölçekte kırabilecek maddi zemine, araçlara ve imkânlara sahiptir. Farklı kültürel kimliklere tabi emekçilerin ve ezilenlerin bilinçli, gönüllü birliktelikleri temelinde sürdürdükleri demokratik haklar ve siyasi iktidar mücadeleleri olarak devrimci eylem; öncelikle, hâkim sınıfların emek hareketine yönelik geliştirdiği her saldırıya karşı ideolojik ve politik bir cephe oluşturmaktadır. Ekonomik ve sosyal hak gasplarına karşı sendikal mücadele verildiği gibi emekçiler arasında gerici kamplaşmalara yol açabilecek girişimlere karşı da kültürel kimlik politikaları aynı şekilde geliştirilebilmelidir. Örneğin Alevilik ve Kürtlük ile bu üst kimlik grupları altında veya onlarla ilişkili olarak değerlendirilebilecek diğer tüm etno-kültürel yapıların bulunduğu mekânlarda devrimcilik iddiasıyla varolan yerel yönetimler; pekâlâ devletin açılım hamleleri karşısında mekânsal, dinsel, dilsel veya toplamda, kültürel olarak birer politik mücadele araçları olarak pekâlâ düşünülebilirler.
Yaşayan Kültürel Yapılara ve Maddi Kültüre Dair Politikalar Hiç kuşkusuz neo-liberalizm ve onun yerel uygulayıcıları, güncel devlet politikalarını, bir önceki modelin tasfiyesi temelinde, sosyal ve siyasal politikalarla beslenebilmesi için geçmişin travmalarını açık şekilde kullanmaktadırlar. Beri yandan ise onu, kullanırken manipüle etmekte mevcut aktörlerin sosyo-politik görüşleri temelinde dönüştürme uğraşısı da vermektedirler. Nüfusunun çoğunluğunu Alevi ve Kürt kimliklerini taşıyan insanların yaşadığı Dersim’i tüm acılarıyla ve uğradığı haksızlıklarla, AKP hükümetinin, CHP nezdinde, emperyalist-kapitalizmin 2000’ler öncesinde bıraktığı Türk devlet idari ve ekonomik sistemine karşı, yeni neo-liberal muhafazakâr atılımlarında nasıl kullanıldığı ibrete hatırlanmalıdır! Üniversitesiyle, dershanelerle, yurtlarla, ücretsiz eğitim ve sosyal yardımlarla Dersimli’ye ulaşma ve genç kuşaklardan itibaren onu dönüştürme gayretinde olan devlet – cemaat faaliyetleri herkesi düşündürmelidir! Tüm bu faaliyetlerin odak noktasının ise Dersim Aleviliği’nin tüm değerlerinin, birikiminin çarpıtılmış biçim ve temsilcileri olduğu gerçeği, herkesi silkelemelidir! Bugün eğer Dersimli Alevi Kürtler nezdinde katliamlarla, baskılarla imha edilmek istenen, yok sayılan, ötekileştirilen kimlikler, “açılımlar” furyasında yeni ve daha azgın ekonomik ve sosyal sömürülere payanda ediliyorsa, bilimi rehber edinen devrimci eylem de aynı cephedeki saldırıya karşı gündelik yaşamda halkın taleplerine yahut sıkıntılarına cevap olabilecek, doyum sağlayabilecek somut politikalarla durabilmelidir. Bu anlamda örneğin Dersim’de, “Dersimli olma” kimliğini öncelikle belirleyen yerel Alevilik kurumu (kimliği) için acil bir adım, yerel yönetimlerin ekonomik, sosyal ve maddi girişimleriyle atılabilir. Kuşkusuz bu konuda çeşitli girişimler de olmuştur. Geçtiğimiz aylarda KCK Operasyonları furyasında kapatılan Dersim Alevilik İnanç ve Kültür Akademisi Derneği (DAKAD) bu girişimlere örnek verilebilir. Ancak neo-liberalizmin böylesine kuvvetli ideolojik ve politik araçlarıyla saldırdığı bir konuda tekil değil kolektif ve etki alanı daha güçlü, bilimsel çalışmalarla sesini daha geniş kesimlere duyurabilen adımlar atılabilmelidir. Türkiye’de, Alevilik üzerine çalışmış/çalışmakta olan ve özelde de Dersim Aleviliği hakkında çeşitli çalışmaları bulunan onlarca akademisyen ve araştırmacı bulunmaktadır. Bu birikim, yerel yönetimlerin prestiji ve daha önemlisi üzerinde yükseldiği “örgütlü halk desteği” üzerinden yerel dini otoritelerle yan yana getirilebilir ve hâlihazırda Dersimlilerin yaşamında bir şekliyle varolan inanç kimliği, asimilasyondan esas olarak etkilenmeyecek ve tersinden kolektif, demokratik bir ortam oluşturacak şekilde yeniden düzenlenebilir. Benzer şekilde, son yıllarda haklarındaki akademik çalışmalarla görünür olan Nusayriler için de güncel durum son derece kritiktir. AKP Hükümetinin işbaşında olduğu Türkiye, Suriye’ye sefere hazırlanadursun, bir yandan da “Şii Esad”a karşı Suriyeli Sünni toplulukları himaye ederken özellikle Suriye sınırda yaşayan Alevi (Nusayri) toplulukları hedefe oturtmaktadır. Daha genel bir Alevi karşıtlığı politikası içerisinde kendisini yeniden üreten AKP hükümeti karşısında, Nusayrilerle ilgili çalışmaları üstelenecek, topluluğun sesini ve taleplerini, genel emek ve demokrasi mücadelesiyle bağdaştıracak bir açılım da toplumsal muhalefetin ihtiyacıdır. Dersimli ve Hataylı devrimci yerel yönetimlerin, örneğin, bu alanlardaki kurumsal açılımlarıyla olgunlaştırdıkları teorik ve pratik birikimin birleştirilmesi, ulusal ve uluslararası ölçekte hiç de küçümsenmeyecek bir adım olabilecektir. Yerel yönetimler, dini kimlikler ya da hâkim yerel kimlik kodları içerisinde önemli bir yer tutan ve ulusal düzlemdeki sosyo-politik kimlikle çelişen dinsel inanmalar boyutuyla iki önemli adım atabilirler. İlki, konuyla alakadar olan sosyal bilim çevreleriyle, mesleki ve akademik çerçevesiyle birleşebilmek ve dernek, vakıf veyahut yerel yönetim bünyesindeki çalışmalarda bir program oluşturabilmektir. Buradan doğru da özellikle kitabi bir dinsel formu bulunmayan Alevilik için, Alevi toplulukların yeni kuşaklarla yaşadıkları önemli gerilimlerden olan kültürleme süreçlerinin ihtiyaçlarına dair yazılı, görsel veyahut sözlü aktarımlar, araçlar yaratılabilir. İkincisi, özellikle “heterodox halk İslamı” olarak da kodlayabileceğimiz ve Alevileri de aşacak şekilde, aslında siyasi iktidarın olduğu gibi kitabi dinselliğin de dışında kalan tüm toplumsal dini pratikler için, yerel yönetimlerin birer kolaylaştırıcı olabilmesidir. Ziyaretler/kutsal mekânlar, türbeler/yatırlar, mezarlıklar, camiler vd. inanç mekânları; bu mekânların düzenlenmesi, kullanımının kolaylaştırılması yerel yönetimler için ertelenemez bir görev olabilmelidir. Çünkü kutsal mekânlar, kullanılan söylem ve araçlar ne olursa olsun her zaman, yöneticilerin değil yönetilenlerin sosyo-dinsel dünyasının kendi pratiklerinde toplumsal çelişkilerinin yeniden üretilmesinin önemli araçları olagelmiştir. Hatta bu yüzden en özgün senkretizm pratikleri çoğunlukla hep kutsal mekânlarda ve onlara dair söylencelerde (efsanelerde/mitlerde) görülür. Bu anlamıyla, “toplumsal muhalefet” bu mekânlarda içkin olarak her daim vardır. Yine bu yüzden kitabi dinsellik (daha doğrusu iktidar), neredeyse evrensel olarak, hep bu tip mekânlara müdahale etmiş ve onları azizlere, evliyalara dönüştürmüş, kişileştirmiş/kimliklendirmiştir. Fakat baskın olan gerçek, kutsal mekânların halkın düşün dünyasını tüm çelişkileriyle birlikte yaşatmasıdır. Özellikle, dede-talip (mürit) ilişkilerinin, kurumsal yapısı içerisinde önemli bir yer tuttuğu ve bu yanıyla bugün önemli ölçüde yıkıma uğratılan Alevilik, büyük çoğunlukla kutsal mekân kültleri dolayımıyla ayakta durmaktadır diyebiliriz. Bu kadar yaşamsal bir konuda yapılacak her türlü devrimci müdahale, muhakkak ki toplumsal faydaya bir puan kazandıracaktır. Öte yandan aynı konu babında, Hanefi ve Şafii Sünni topluluklar için de kutsal mekân inanmaları benzer işlevleriyle değerlendirilebilir. Göründüğünün aksine, çoğunlukla kırsal nüfus açısından, bu katı gibi duran duvarların ardında, kutsal mekân inanmaları dolayımıyla halen daha yaşatılan ve kitabi dinsellikle bağdaştırılmış önemli bir iç dinamik de söz konusudur. Üstelik hem Alevi hem de Sünni topluluklarda söz konusu iç dinamiğin en önemli taşıyıcıları da kadınlardır. Halk dini inanmalarına dair politikalar, kadın çalışmalarıyla uygun zeminde birleştiği noktada, topluluğu içeriden dönüştürecek, yeniden üretecek çok güçlü bir damar da yakalanabilmiş olacaktır. Konu, bir başına halkın dinsel inanmalarını kolaylaştırıcı olmak ve bu vesileyle puan toplamak ise bunun adı burjuva tipi politikacılıktır. Fakat halkın gündelik yaşam kültüründe varolan ve tam olarak bugün neo-liberalizm tarafından hem piyasalaştırılan hem de siyasi çıkarları için tersyüz edilen kimlik değerlerini bilimsel temelde ele alma ve daha kolektif, demokratik bir toplum kurgusu için yeniden üretmekse, bu bir devrimci politikadır. Dinsel inanmalar konusundaki tartışma, bu temel önermeler üzerine derinleştirilebilir. Dersim ve Hatay için olduğu kadar tüm bir Kürt coğrafyası için geçerli olan bir diğer önemli kimlik konusu da buralardaki toplulukların konuştuğu anadili üzerinedir. Kürtçe’nin Kurmanci ve Kırmancki (Zazaca diye de bilinir) lehçeleri, Arapça, Ermenice vb.’leri gibi yereler dillerin, yerel yönetimlerin, alanında uzaman geniş bir platformla birleşerek, onları çeşitli araçlarla seferber ederek, destekleyerek yaşatması önemlidir. Kuşkusuz Arapça ve Ermenice, konuşuldukları bağımsız devletler dolayımıyla yok olma tehlikesi taşımamaktadırlar. Benzer olarak Kurmanci, ülkemizdeki ve civar güney ve doğu ülkelerindeki hem Kürt toplulukların konuştuğu lehçe olması hem de son 30 yıldır sürdürülen ulusal mücadelenin bir çıktısı olarak bugün dünden çok daha kuvvetli ve gelişkindir. Bu diller arasında, alarm zilleri Dersim’de yaşayan Alevi Kürt çoğunluğun konuştuğu Kırmancki için çalmaktadır. Kırmancki, gündelik yaşamdan büyük oranda silinmiş ve belirli bir yaş grubuna sıkışmıştır. Önümüzdeki yakın on yıllar içerisinde bir ölü dil olması istenmiyorsa, çok acil olarak yerel yönetimler tarafından ortak bir konsensüs ve program dahilinde öğretilmesi ve anadil kampanyalarıyla desteklenmesi gerekmektedir. Dil, somutlaşan düşünce; düşünce ise sürekli biriken kültürel bilinç mirasıdır. Atalardan kuşaklar boyu sosyal hayata, dinsel inanmalara dair süzülegelen ve toplulukların kendilerini var etme, yaşama, uyum sağlama pratiklerini yasladıkları kültürün ifadesi olarak dil, yok olduğu zaman, onun taşıdığı tüm sembolik değerler de zamanla yok olacaktır. Dersim’in zenginliği, bugünün şartlarında yaşattığı kültürel miras ise, onun aktarım aracı olan dil de korunmak, geliştirilmek ve bu zenginlik sahiplenilmek durumundadır. Dil (dile dair olan sözlü kültür) ve dinsel inanmalar, kimlikler eğer kültürün yaşayan güncel parçaları ise dünden bugüne bu yerellerde üretilmiş ve kullanılmakta olan tüm üretim araçları, halk teknolojisi ürünleri, yerleşimler, mimari yapılar gibi maddi eserler de kültürün maddi birikimini temsil eder. Bu bakımdan yerel yönetimler, yerel kimlikleri sadece dil veyahut inanç boyutu gibi kimliğin baskılanan parçalarında geliştirecekleri politikalarla sahiplenmekle kalmamalı; kimliği bütünleyen güncel ve tarihsel algıyı somutlaştıran, öğreten, aktaran derlemelere de girişebilmelidir. Etnografya müzeleri, hem maddi kültür ürünlerinin derlenip sergilendiği mekânlar hem de sözlü kültür derlemelerinin toparlandığı yerel kütüphaneler olarak; yerelin, devrimci dokusuyla birlikte sadece ülkemizde değil, dünyada da benzer şekilde hem kültürel kimlik olarak ezilen hem de sınıf kimlikleri boyutuyla ezilen örneklerinde olduğu gibi, muadilleriyle buluşabilme ve çok daha güçlü bir zemin yakalama fırsatı sunabilirler. Antropologlar, sosyologlar, arkeologlar, dil bilimciler gibi sosyal bilimcilerle birlikte gerçekleştirilecek projelerde, çalışmalarda; hedeflenen kültürel politikalara güçlü bir maddi zemin yaratılabilir. Etnografya müzesi kurmak, bir başına devlet bürokrasisi bağlamında gerçekleşebilecek bir iş olabilmekle birlikte; yerel yönetim bünyesinde gerçekleştirilecek ilk derleme çalışmaları, yerelde kurulacak çok amaçlı kültür merkezleriyle birleştirildiğine, bir bütünlük oluşturabilir.
Bazı Sosyal Politika Önerileri Bu başlık altındaki tartışma ve önerilerimizi, atölyemizin yürüttüğü tartışmalar neticesinde şekillenen fikirler olarak, maddeler halinde aktarmaya çalışacağız. 1) Kuşkusuz ki emekçilerin ve ezilenlerin, insanca ve hakça yaşama talebini esas alan devrimci eylem ve onun somut bir politikası olarak yerel yönetimler çalışmaları, her şeyden evvel, “katılımcı” olabilmek durumundadır. Tüm ekonomik ve sosyal faaliyetlerde karar alma, denetleme ve uygulama süreçleri, ilgili devrimci yerel yönetimin, kendisini var eden çoğunluk kitleden başlamak üzere tüm bir yereli, mahalli meclisler veyahut da tek bir halk meclisi şeklinde örgütlemesi; örgütlülük kültürünü yaygınlaştırması ve istikrarlı bir şekilde uygulamasıyla mümkündür. 2) Katılımcılığın bir diğer bileşeni ise “erişim” olarak ifade edilebilir. Yerel yönetimlerin hem yasal anlamda sorumluluk sahibi oldukları topluluklar için hem de daha politik anlamda tüm toplum için, her kademede ve her faaliyette erişilebilir olması, yereli önceleyecek şekilde, katılıma açık olması son derece önemlidir. Öte yandan devrimci-halkçı yerel yönetimler politikalarının, sadece belirli bir yerele ve hatta yukarıda tartıştığımız üzere belirli kimlik gruplarına sıkışmaması (tersinden mikro-milliyetçiliklerle özdeşleştirilmemesi), tüm ülkeye ve hatta uluslararası benzer deneyimlere açılabilmesi, güçlenebilmesi bu konudaki uzmanlaşmış çalışmalara ve politikalara dayanmaktadır. 3) Hiç kuşkusuz, hem mevcut sistem açısından hem var oldukları yereller açısından ciddi ekonomik sıkıntılarla boğuşan devrimci-halkçı yerel yönetimler için tüm bu kültürel ve sosyal politikalar önerilerinin hayata geçirilmesi olduğu gibi yerel yönetimlerin diğer hizmetlerinde de devrimci çalışmaların yapılabilmesi ciddi bir sorun olarak ortadadır. Yerel yönetimler, yasada da öngörüldüğü kadarıyla dahi olsa, halkı üretime teşvik edebilir ve yerel ürünleri yine yerel işletmelerde işleyerek pazara sürebilirse; tüm bu süreçlerde kurulacak olan üretim ve hizmet birimleri vb. oluşumlarda hem istihdam hem de halkın yerel yönetime, yine halkın seçtiği ve denetlediği meclisler ve organlar dolayımıyla katılımı temelinde kolektif bir üretim ve paylaşım zemini yaratabilirse, sanıyoruz ki yolun yarısı aşılmış olabilecektir. İşsizlik, demokratik ve sendikal haklardan yoksun çalışma koşulları gibi ülke genelinde yaşanan temel sorunların önemli ölçüde aşıldığı; özgün üretimlerle, yerel halkın kazanç sağlayabildiği; bu anlamıyla ekonomik bir örnek yaratılabildiği koşullarda sosyal ve kültürel politikalar gibi daha ziyade üst yapı ilişkilerinde bilimsel, devrimci, entelektüel girişimlere hitap eden politikalar, orta ve uzun vadede sonuçlarını verebilecek çalışmalar olacaklardır. Bu anlamıyla, devrimci-halkçı yerel yönetimlerin, bir yandan da “mesleki kursalar” açması ve halkı eğitmesi son derece önemlidir. Yerel yönetimler bünyesinde kurulacak atölyelerde iş araçları eğitimi, meslek kursları gibi üretime dönük eğitimler verilebilir; bu uygulama yerel halkın dışında kalan yurttaşlara da pekâlâ açılabilir. 4) Sosyal ve kültürel politikalardaki çalışmaların gerçekleştirilebileceği çok amaçlı bir mekânın tesis edilmesi büyük bir ihtiyaç olarak görünmektedir. Yerel yönetimler bünyesinde, yerel toplumsal, tarihi dokuya uygun bir mimariyle inşa edilecek tek veyahut birden fazla kültür merkezleri; kadınlar, gençler, yaşlılar, çocuklar, köylüler, işçiler vb. gibi farklı toplumsal kesimlere hitap edebilecek eğitim ve sosyal çalışmalar için gerekli görünmektedir. Bu atölyeler aynı zamanda halkın devrimci yerel yönetime katılımı ve erişimi için de uygun kanallar olarak görülebilir. Halk toplantılarında, atölye çalışmalarında seçilen meclisler ve bunlar arasından seçilen temsilciler, söz konusu halk kesimlerini temsilen yönetim mekanizmalarında fiilen temsil edebilir ve yine fiili demokrasi içerisinde karar alma süreçlerine katılabilirler. 5) Bazı örnekleri Latin Amerika’da da görülebilen “yerel turizm”; devrimci yerel yönetimlerin denetim ve programı altında, yerel etno-kültürel tarih ve sosyoloji ile yerel ekoloji bağlamında işlevselleştirilerek değerlendirilebilir. Örneğin Dersim’de sadece kutsal mekânları ve bu bağlamda yaşayan kültür varlıklarını işleyen tek bir program dahi, birçok yerli ve yabancı turist, araştırmacı için önemli bir maddi zemin oluşturmaktadır. Burada hedeflenen, devrimci yerel yönetim mücadelesinin ekonomik, sosyal ve siyasal programının ülkeye ve dünyaya tanıtımı kadar, aynı zamanda buradan elde edilebilecek maddi gelirle, yereldeki çalışmalara yeni olanaklar yaratmak olarak da görülmelidir. 6) Bugün itibariyle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti içerisinde resmi, hâkim sosyo-politik kimlik kodlarıyla (Türklük ve Sünnilik) çelişki içerisinde bulunan, bu meyanda kültürel hak taleplerini dillendiren ve siyasal bir karakter de kazanmış durumda olan Alevilik ve Kürtlük gibi öne çıkmış kültürel kimliklerin yerleşik ve çoğunluk oldukları mekânlarda görünür olan devrimci-halkçı yerel yönetimler; kültürel kimlik politikaları tartışmamızda ifade ettiğimiz gerekçeler bağlamında bir “sosyal forum” da örgütleyebilirler. Örneğin “Dersim Sosyal Forumu”, başarabildiği oranda, dünyadaki benzer örnekleri yan yana getirebilirse; HES’lere karşı mücadelede, kültürel asimilasyona karşı mücadelede, siyasi ve askeri operasyonlara karşı mücadelede, işsizlik ve yoksulluğa karşı mücadelede önemli bir iddia sahibi olarak öne çıkan devrimci-halkçı yerel yönetimler deneyimleriyle birlikte kendisini uluslararası bir alana daha kuvvetli ve devrimci bir program zemininde taşıma fırsatı da yakalayabilir. Devrimci yerel yönetimler, bu gibi ulusal veyahut uluslararası toplantılarla birlikte tüm deneyimlerini mümkün olduğu oranda kamuoyuyla paylaşabilmeli ve yarattıkları olumlu örneklerin diğer insanlar tarafından da öğrenilmesi ve örnek alınması mücadelesi verebilmelidir.
Kısa Bir Sonuç Burada, devrimci-halkçı yerel yönetim politikaları temelinde, kültürel kimliklere ilişkin olarak neo-liberalizmin tüm ayrıştırıcı, metalaştırıcı, yıkıcı etkise karşın, sadece toplulukların değil toplum lehine de fayda sağlayabilecek alternatif yaklaşımların gerekçeleri ve somut önermeleri tartışılmaya çalışıldı. Hemen hepsi, ülkemizde yaşanan tüm kültürel kimlik krizlerinin, çatışma ve gerilimlerinin odağında olan toplulukların çoğunlukta olduğu mekânlarda bulunan devrimci yerel yönetimler için, bilhassa neo-liberalizmin AKP hükümeti eliyle ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel saldırılarını yoğunlaştırdığı günümüzde, kültürel kimliklere dair politikalarda yeni dinamikler üretmek, bunları yaşamsallaştırmak ve sesini daha geniş bir kamuoyuna duyurmak açık bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı giderebilecek toplumsal zemin mevcut olduğu gibi, mesleki ve akademik formasyonu bulunan ve mücadeleye gönüllü destek verebilecek bir birikim de söz konusudur. Devrimci yerel yönetimler, siyasal programları temelinde, bu konuda da çalışmalı, yol haritaları oluşturmalı ve nihayetinde ortak platformlarda birleşmek suretiyle tüm ülkeye hitap edebilecek yerel devrimci modeller inşa edebilmelidir.
Kaynakça Güvenç, Bozkurt. 1996. İnsan ve Kültür. İstanbul: Remzi Kitabevi. Özbudun, Sibel. 2010. Antropoloji Gözüyle: Sınıf, Kültür, Kimlik Yazıları. Ankara: Ütopya Yayınevi.
Tweetle
Okunma Sayisi : 5566
|
Adres : Konur Sokak 4/3 06420 Yenişehir / Ankara • E-posta : info@mimarlarodasiankara.org Telefon : 0 312 4178665 • Faks : 0 312 4171804 • GSM Santral : 0 533 4777967 |
Son Güncelleme : 22.11.2024 - 14:01:56 Şu an 1 kişi online | Hukuki Şartlar ve Gizlilik Hakları |